Gönül isterdi ki, CHP’nin etkin bir muhalefet dalgası yakalaması için 19 Mart darbesi gerçekleşmeseydi.
Gönül isterdi ki, mevcut iktidardan rahatsızlık duyan kitleler demokratik protesto haklarını kullanmak için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarının tutuklanmasını beklemeselerdi.
Her hâl ve kârda, CHP sadece iç siyaset değil, dış siyasette de etkin muhalefet ivmesi kazanmış görünüyor.
İç siyasette olduğu gibi, ülkedeki yönetim krizi, dış politikada da kendisini ziyadesiyle belli ediyor.
Bozuk saatin günde iki kere doğruyu göstermesi gibi Dışişleri Bakanı’nın söylemde isabetli gibi görünen selektif birkaç konudaki duruşu, dış politikanın çoğunluğuna hâkim hatalar silsilesini telafi edemiyor.
CHP’nin büyük çaba sarfetmesine, “grandioz” hareketlere ihtiyacı da yok. Kanımca, mevcut iktidarın dış politikasının samimiyetsizliğini ve kifayetsizliğini en güzel şekilde ortaya koyan gelişme, CHP’nin Taksim’de ‘yapamadığı’ Filistin yürüyüşü oldu.
AK Parti iktidarı CHP’lilerin “Filistin’e özgürlük” sloganları karşısında Türk polisine “sloganlarınız yasadışı” dedirtti ya. AK Partililerin riyakârlılığını bundan daha iyi hiçbir şey gösteremez.
Demek ki dış politikada ses getirecek bir muhalefet için, misal “Gazze’ye gideceğim” demeye gerek yokmuş. İki adım ötedeki Taksim’e gitmek yeterli oluyormuş. Gideceğim deyip gidemeyerek ofsayta düşme riskini almaya gerek yokmuş.
Filistin meselesiyle iktidara Taksim’den atılan gol kanımca çok dikkat çekici. Çünkü Filistin bu iktidar için bir mille mesele, neredeyse bir numaralı konu.
Yani Trump başkan seçilmeden önce öyleydi.
7 Ekim saldırısından sonra Dışişleri Bakanı neredeyse makamına oturmadı, Arap ülkelerinin dışişleri bakanlarıyla, ki onlar zaten sonuç almak adına değil, “bir şeyler yapıyoruz” görüntüsü vermek için yola çıkmıştı, dünyanın yarısını turladı. Sonuç? İsrail’i kimse durduramadı. Öyle ki AK Partililer bile bugünlerde Gazzeliler için hicretten söz eder oldu. Sonuç, Araplarla dünyayı turlayan Dışişleri Bakanı için vakit kaybı oldu. Sonuç Arap dışişleri bakanlarının yanında poz vererek, Türk hariciyesi, Arap camiasının Filistin konusundaki başarısızlıklarına ortak oldu, hatta kifayetsizliklerine alet oldu.
Kanımca diplomatlara danışsa, “Gitmeseniz daha iyi olur, sonuç alınmaz, Türk diplomasisinin de itibarı zedelenmemiş olur” türünden bir yorum alırdı. Ama seküler diplomatların tavsiyesi elbet kulak arkası edilir. Çünkü ümmeti ilgilendiren davalarda onlar doğrusuna vakıf olamaz.
Filistin’in yanı sıra Bakanın mesaisini en fazla meşgul eden konu Suriye. Kendisi açık açık söyledi. “Mesaimin yarısını Suriye alıyor” diye.
Suriye elbet çok çok önemli ama bu diğer konuların hafife alınmasını gerektirmiyor. Hele de lafa gelince “Ritmik politika izliyoruz” gibi afili laflar ederken.
Misal, Orta Asya Cumhuriyetlerinin Kıbrıs Rum Yönetimi’ne büyükelçi atayacağı haberini hariciyenin önceden haber almamış olmasına imkân, ihtimâl yok. Zaten o ülkelerdeki büyükelçilerimiz GKRY’ye büyükelçi atama haberini atlamış olsa (siyasi atama olanlar hariç) çoktan kelleler gitmişti.
Üstüne bu cumhuriyetlerin Türkiye’ye sürpriz yapacak kadar Ankara’yı önemsememe noktasına geldiklerini sanmıyorum. Gerçi bu sene Antalya Diplomasi Forumu pas geçtiler ama ayıp olmasın diye illaki Türkiye’yi önceden haberdar etmişlerdir.
Orta Asya konusunda önleyici diplomasi yapıldı mı?
Peki Türkiye önceden haberdar olduğu bu konuda yeterince önleyici diplomasi yaptı mı?
Malum Orta Asya Cumhuriyetleri, Rusya’ya karşı denge arayışında ve o nedenle Avrupa Birliği’nden gelen baskıya boyun eğmek zorunda kaldılar.
Ama hatırlayalım, Trump geldiğinden ve Avrupa’ya posta attığından beri Türkiye kendisini yine Avrupa güvenliği için vazgeçilmez ilan etti. “Avrupa savunması biz olmadan düşünülemez” dedi. Ekonomist dergisi bile Türk askerine Ukrayna’da ihtiyaç var, el mahkûm, İmamoğlu’nun tutuklanmasına ses çıkmayacak diye yazdı.
Madem Türkiye’nin savunma sanayii, ordusu bu kadar önem kazandı, Avrupa başkentlerine kükreyemedi mi sayın Cumhurbaşkanı? “Bu nasıl iş- hem bizden büyük beklentileriniz var hem de bizim milli davamızda bize gol atmaya kalkışıyorsunuz. Rumlar sizin için bu kadar önemliyse, buyursun Rum askeri Ukrayna’da görev yapsın” diyemez miydi?
Galiba diyemezdi. Çünkü, İmamoğlu’nun tutuklanması ve ardından gelen tutuklama silsilesine gösterilen suskunluğa müteşekkir.
Ayrıca Kıbrıs davasının da bu iktidar için öncelikler sıralamasında nerede durduğunu da bir sorgulamak gerek. Yeri geldiğinde Batı’yla müzakerelerde kullanılan bir koz olarak görülüyor da olabilir.
Geçenlerde bir AB yetkilisi bir grup gazeteciye “An itibarıyla Kıbrıs bizim için en az sorun çıkaran konu” dedi. Malum, Türkiye aylarca iki devletli çözümden başka şey görüşmem dedikten sonra, Dışişleri Bakanı Kıbrıs’taki tüm taraflarla Cenevre’de masaya oturdu. Bu arada masaya oturulmasını eleştirmiyorum. Eleştirim asla kesinlikle olmaz dendikten sonra çark edilmesine. En son söyleneceklerin başta söylenmesine.
Kıbrıs’ta yolsuzluk yumağı
Konu Kıbrıs’tan açılmışken…
Türkiye ile adanın kuzeyi arasındaki yolsuzluk yumağı, karanlık işler muhalefetin de gündemine nihayet girdi. Muhalefetin bu çok vahim iddiaları gündemde tutması işin peşini bırakmayıp takipçisi olması gerekir.
Ancak muhalefetin adaya dair ıskalamaması gereken bir başka konu daha var.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, geçen haftaki grup konuşmasında Falyalı olayına genişçe yer ayırırken adada yaşanan “başörtüsü” krizine değinmedi.
Sene başında okula başı açık gelen bir öğrencinin, okulların kapanmasına yakın ihtimâlen ailesinin isteği ve başkalarının da bu aileyi ittirmesiyle okula başörtüsüyle girmeye çalışması, Ankara’yla yeni bir gerilim yarattı. KKTC eğitim bakanlığının tüzük değişikliğine gidip okullarda başörtüsünün önünü açması, binlerce Kıbrıs Türkünün sokaklara dökülmesine neden oldu.
Her tür karanlık işi çevir ama muhafazakâr kal
Malum, CHP muhafazakar seçmeni ürkütmemek adına başörtüsü konusunda hassas. Aslında bu kriz de başörtüsü ile ilgili değil. KKTC’deki siyasetçiler ve gazeteciler bu krizin arkasında ekim ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken toplumda kamplaşma yaratma çabası olduğunu düşünüyor.
Ancak konu sadece seçimlerle de sınırlı değil.
Mevcut iktidar adayı kendi eliyle kumar, illegal bahis, kara para aklama ve suç merkezi haline getirirken, CHP Milletvekili Namık Tan’ın ifadesiyle “KKTC’yi batakhaneye çevirirken”, bunların yolunu açan kendisi değilmiş gibi bir de Kıbrıs Türküne muhafazakar ve dindar bir yaşam biçimi dayatmaya kalkıyor.
Hükümet yanlısı basında yer alan haberlere göre, çok önceden planlanan bir ziyaret için 3 Mayıs’ta adaya gidecek olan Cumhurbaşkanı bu son krizle ilgili olarak Kıbrıs Türklerini “sıkılayacak,” had bildirecekmiş.
AK Parti iktidarından önceki hükümetlerin de yeterli hassasiyet göstermedikleri bir konu Kıbrıs Türklerinin kimliklerine olan bağlılıklarını sorgulamak. Onlara yapılacak en büyük hakaret, Kıbrıs Türk kimliğine sahip çıkıp çıkmadıklarına dair şüphe duymak. Bu şüpheyi de yüzlerine vurmak. Halbuki Kıbrıs Türkü yıllarca Rum çoğunluk karşısında kimliğini muhafaza etmiş.
Zaten şimdilerde Kıbrıs Türkünü Rumların kültürel hegemonyasından değil, ana kara kaynaklı yozlaşmadan korumak daha önem kazanmış durumda.
CHP’nin de Kıbrıs konusunda iktidarı her eleştirmek istediğinde, 74 harekâtını yapan Ecevit’in partisi olduğunu, yani Kıbrıs Türklerini kurtaran parti olduğu hatırlatmasını yapmasına gerek yok.
“Ayşe tatile çıktı”nın artık ötesine geçip söylemini güncellemesi lazım.
Bu bağlamda Kıbrıs Türklerinin iktidarın nobran dayatmalarına karşı verdiği özgürlük mücadelesine de sahip çıkıp yalnız bırakmaması gerekir.