Ekrem İmamoğlu hapsedilene kadar Türkiye’nin bir numaralı meselesinin ekonomide krizden çıkış, enflasyonu yatıştırmak ve buna bağlı olarak da orta sınıfı da içine alan yoksulluğu azaltmak olduğunu zannediyorduk. Yaklaşık beş yıldır dünyanın en yüksek enflasyonuyla yaşayan bir ülkeyiz. Ağır enflasyon ve ağır faiz yükü hem vatandaşın hem de devletin bütçesini yerle bir etmiş durumdadır. Gayet tabii, hal böyle olunca bunu aşmaktan daha önemli bir hedef de olamazdı.
Önceki beş yılın kötü ekonomi idaresiyle başlayan ve sistemin tamamında tahribata yol açan ekonomi kriz Türkiye’yi finansal açıdan savunmasız hale düşürdü. Kur kontrolden çıktı ve bunu durdurabilmek için ilk partide 128 milyar Dolar ardından yine bir o kadar rezerv yakmak zorunda kaldık. Bunlar yeterli olmayınca, Kur Korumalı Mevduat gibi zararı apaçık belli bir yüksek faiz modeline geçtik. İşe yaramadı… Artık sürdürülemez hale gelen düzen bir de ödemeler dengesi tehlikesi kapıya dayanınca 2023 Mayıs seçiminden sonra ayaklar suya değmeye başladı.
Kaybettiğimiz kaynak ve zaman yanımıza kar kaldı ama nisbeten rasyonel bir sisteme geçildi. Yapısal ve kalıcı bir model önermediler/öneremediler ama daha öngörülebilir bir ekonomi yönetimi işbaşına geldi. Hiç olmazsa iki kere ikinin dört ettiği gerçeğine inanıyorlardı. Enflasyonla mücadele için elde yüksek faizden başka enstrüman kalmamıştı onlar da bunu denediler. Böylelikle, doğrudan yatırım için gelmeyen yabanılar ve yastık altında döviz tutan yerliler sıcak paraya, yani yüksek faize ilgi gösterdiler. Merkez Bankası döviz rezervleri artmaya başladı, kur yerinde durur hale geldi ve enflasyon beklendiği kadar düşmese de artış hızı kesildi.
Fatura, krizin sorumlusu olmayan dar gelirlilere, ücretlilere ve orta sınıfa yüklendi ama hiç olmazsa ortada iyi kötü bir hedef vardı. Acı ilaç içilecekti ve mecburen herkes içti.
Gelin görün ki iki yıldır ağır dozda verilen acı ilacın, 19 Mart sabahı boşa içildiği anlaşıldı. Hava değişti ve iklim bozuldu. İki haftada 50 milyar Dolar’a yakın rezerv döviz kurunu tutabilmek için harcandı, yabancılar apar topar kaçmaya başladı. Ekonomi yönetiminin en önemli sermayesi olan güven ve öngörülebilirlik dağılıp gitti. Dış borç faiz maliyetini belirleyen CDS primi arttı. İniş trendine giren faiz 350 puanla yeniden yükselişe geçti. Bununla da kalmadı… Zaten hassa olan tablo, içeride ve dışarıda o kadar bozuldu ki Türkiye’ye satılması planlanan Eurofighter Typhoon savaş uçağı anlaşmasının İmamoğlu operasyonu yüzünden veto edildiği haberleri gelmeye başladı.
Şimdi soruyu şöyle soralım… Türkiye’nin en önemli meselesi krizi atlatmak ve enflasyonu düşürmek mi, İmamoğlu’nu ne pahasın olursa olsun siyasetin dışına atmak mı? Meselemiz, ülkenin ortak problemini çözmek mi yoksa İstanbul Belediye Başkanı’nın adını Cumhurbaşkanlığı seçimi pusulasına yazdırmamak mı?
Bu ağır maliyetin bir izahı olmalı… Mantıklı bir izahı.
Görünen o ki, İmamoğlu ve arkadaşlarını hapse göndermek siyaseten işe yaramadı. Hem o hem de partisi hala anketlerde önde çıkıyor. Anketler bir yana toplum olup bitenden hoşlanmadı…
Bundan sonra ne olacak peki? Toplumu inandırana kadar daha ne kadar kayıp göze alınacak? Daha ne kadara kaynağımız var acaba?
Bir soru daha… Siyaset mühendisliğinin, hele bu çapta olanının ülkeye ne kadar büyük zarar verdiği tarihi tecrübeyle sabitken 19 Mart nasıl yapılabildi? Buna da bir izah lazım. Mantıklı olmasına bile gerek yok. Yeter ki biri bunun faydasını ve gereğini anlatabilsin…