İki gündür Sırrı’nın yaşama tutunmaya çalıştığı hastaneye devletin en tepesinden ziyaretçi akınını izlerken ensemden beynime doğru yürüyen karıncalanama hissinden uzun süre kurtulamadım. Adeta ‘Duvara Karşı’ bir hayat yaşayan bir dostu, ameliyat masasında doktorların tasvir ettiği biçimde göz önüne getirmenin ağırlığı üzerine bir de siyaset erkanı tarafından yine aptal yerine konulmanın öfkesi binince asabım hepten bozuldu.
Bugün Sırrı Süreyya Önder’i yaşatmak için bütün imkanlarını seferber eden devlet aygıtının çarkları, daha kısa zaman öncesine kadar onu ve onun gibi düşünen neredeyse tüm siyasetçileri -bırakın siyaset yapmayı- nefes alamaz hale getirmek için dönmüyor muydu?
Türkiye’de epey bir zamandır ‘yeniden tarih yazımı’ çok moda. Adalet Kalkınma Partisi de muktedir olmaya başladıktan sonra uzunca bir süre bu yola tevessül etti. Ancak artık son dönemde tarihi yeniden yazmakla da uğraşmıyorlar, tarihin beğenmedikleri bölümünü siliyorlar ve konu kapanıyor. ‘Yaptım oldu’ya eşlik eden ‘sildim oldu’ kafasıyla formatlıyorlar toplumu. Sildim, oldu! Sildim, çok da güzel oldu.
Gayri resmi hükümet sözcülüğü rolünden başka bir ezberi olmayan ekran karakterlerinin dün gece televizyonlardan ömrüne dualar ettiği Sırrı Süreyya Önder ile bizim tanıdığımız Sırrı Abi aynı kişiler değil. Neden mi?
Meclis başkanlığı kürsüsündeki esprili konuşmalarından kesitler içeren videoları oynatıp üzerine kendisi için “Terörsüz Türkiye hedefinin bir numaralı neferi” benzeri cümleler kuranlar Gezi’deki direnişinden bahsetmeyi pek uygun görmüyorlar da ondan. Sırrı’nın kişisel tarihinden Gezi’yi silmeye çalışıyorlar…da olmuyor işte!
“Ben ağaçların da vekiliyim” diye iş makinalarının önüne durduğu o anlar kimsenin tarihten silemeyeceği kadar canlı, gerçek ve hesapsızdı.
O sıralarda ikimiz de Cihangir’de yaşıyorduk. Dolayısıyla bizim Gezi’ye gitmemize lüzum yoktu, Gezi aslında ayağımıza gelmişti. Parktaki ağaçların kesilmesine karşı direnişin nasıl başlayıp büyüdüğünü Hürriyet için yaptığım 10 Haziran 2013 tarihli söyleşide şöyle anlatmıştı:
“Orada 50 kişiydik birinci gün, ikinci gün 300 kişiydik. ‘Ben istediğim ağacı keserim, istediğim yere istediğim şeyi yaparım’ demek, Allah’a şirk koşmaktır. Eğer Müslümansanız, bu ağaçlar kıyamette bizden önce dirilecekler ve bizlere şahadet edecekler. Biz bize şahadet edecek canlıların hakkını hukukunu koruyoruz…Gezi direnişinin ortak aklının içinde bir ajan olmadığını bilebilecek kadar işin içindeyim. Ama dünyada böyledir, işler böyle gittiği zaman elbette herkes parmağını sokup kendi siyasi çıkarı için orada bir pozisyon yaratmaya çalışır. Biz bunu engelleyemeyiz, denetleyemeyiz de. Ama eğer hükümetseniz bunun zeminini ortadan kaldırmak yapılacak en akıllı iş olur. Bu itirazı ortaya çıkaran nobranlıklara son verirsiniz. İtiraz kendini gözden geçirir, varsa bir yabancı komplo onların da hevesleri kursaklarında kalır. Kalsın da, kalmalı da. Ama bunun üzerinden bu kadar büyük bir toplumsal gelişme açıklanamaz.”
2013 senesinde AKP hükümeti tarafından başlatılan ‘çözüm sürecinin’ bir aktörü olmasına rağmen Gezi’deki toplumsal itiraza destek vermekten imtina etmeyen, dahası oradaki itirazı büyük ölçüde görmezden geldikleri için Kürt siyasi hareketini eleştiren Önder’in bu tutumu elbette karşılıksız kalmamıştı. Yaklaşık 6 ay kadar İmralı heyetinde yer almasına izin verilmemişti. Anladığım kadarıyla Sırrı’nın heyete dönüşü Öcalan’ın bu konudaki ısrarıyla mümkün olabilmişti.
Biraz önce atıfta bulunduğum söyleşinin benim açımdan en can alıcı bölümü Sırrı’nın parktaki çadırlarda sabahlanan o gecelerden birinde gençlerle yaptığı sohbetlerden süzdükleriydi. Hasbihal ederlerken gençler sorunca o da kendine has üslubuyla ‘Kürt sorununu’ anlatmış, hiç de beklemediği bir reaksiyon almıştı:
“Bu meseleyi ben Gezi Parkı’nda yeni nesil devrimcilerle çok konuştum. Hayatımın en bahtiyar günlerini geçirdim. Bana ‘baba’, ‘amca’ demelerinin yarattığı burukluğu bir kenara bırakırsak, bu çocuklara Kürt meselesini anlattığımda bizim bütün siyasal hafızamız, ezberimizden başka bir reaksiyon geliyor. ‘Abi başka bir halk varmış ve bunların kendi dillerini konuşmalarını engelliyormuşuz. Ya bu manyaklık’ diye tercüme ediyor. Meseleyi çapaklarından arındırdığınızda bu kadar basit aslında.”
Keşke onun anlatmaya kadar ‘basit’ yerlerden yaşayabilseydik de geçen 12 seneyi, bugün ‘barış’ sözcüğünü duyunca hafiften bir ürperti gelmiyor olsaydı üzerimize.
Yoldaşlarının ve sevenlerinin, ameliyata alındığı andan itibaren hastanede tutmaya başladığı dayanışma nöbetine katıldığım saatlerde zihnimde mütemadiyen dönen soru şuydu: “Şu an burada toplanmış olan bu kolektif enerjiyi hissetmiyor olamaz, değil mi?”
Nitekim kısa bir süre sonra güzel evladı Ceren’in elini tuttuğu anlarda refleks gösterdiği haberi geldi.
Hepimiz bir yanından tuttuk Sırrı’yı, bırakmıyoruz evet…
Ama memleketin barış, diyalog, empati konusundaki açıklarını kapatmak sanki onun varlık sebebiymiş gibi bir anlatıya da biraz içerliyorum doğrusu. Bu işlere hiç girmeseydi de yaşamına uğradığı herkese başka bir renk bırakacaktı, çünkü o her şeyden önce büyük bir hikâye üstadı. Bu toprakların hikayelerini daha coşkulu, daha davetkar anlatan bir adam tanımadım. İçinden ‘siyaset’ geçmeyen hikayelerini hep daha çok sevdim. Belki tam bu yüzden son dönemki sohbetlerimizde neredeyse hiç ‘gazetecilik yapmadım’. “Eee Öcalan’la görüşmeler nasıl gidiyor?” diye sormak için onu aramayan belki de tek gazeteci arkadaşıyımdır.
En son mesajlaşmamızda Volkan Konak’ın ölümün ardından T24’te yazdığı yazı üzerinden takılmıştım kendisine. Malum bir densiz Oflu Hoca ve peşine takılan trol tayfası adamcağızın ölüsünü de rahat bırakmadılar. Sırrı o yazıyla tüm inançlıları kendisiyle beraber cenaze namazı kılmaya davet ediyordu. Yazıyı okuduktan sonra “Hocam, ateist ya da agnostiklere ne öneriyorsunuz?” yazdım Sırrı’ya. “İmana gelebilirsiniz mesela” diye yanıt verdi hınzırlıkla.
Son 48 saattir önerisini gerçekleştirme yolunda ciddi yol ettim sanki! En çok da kamuoyunun hafızasına kazınacak son Sırrı Süreyya Önder fotoğrafı ‘o fotoğraf’ olmasın diye dua ediyorum.
Sırrı’nın ‘imana gelme’ önerisini, ‘ülkeyi kör kuyulardan çıkarma kudreti olanlara da işler belki’ umuduyla evrene gönderiyorum bir de…