Son dönemde diplomatik trafik oldukça hızlandı. Bu bağlamda öne çıkan gelişme Dışişleri Bakanı Fidan’ın, beraberinde Milli Savunma Bakanı Güler ve MİT Başkanı Kalın olduğu halde, 14 Mart’ta Bağdat’ı ziyareti oldu. Ziyaret sonrasında ortak bildiri paylaşıldı. Fidan ve Kalın kısa zaman önce de eş zamanlı olarak Vaşington’a gitmişlerdi.
Bu defaki Irak temaslarının, Ramazan ayının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bağdat ve Erbil’i ziyaretinin ön hazırlığını yapmayı ve yaza doğru Irak’ta “terörle mücadele” adı altında zaten süren kalıcı askeri harekâtın genişleyerek, derinleşmesine yönelik “vitrini düzenlemeyi” amaçladığı anlaşılıyor. Bu adımın 31 Mart yerel seçiminin hemen öncesinde atılması da bazı kaşların kalkmasına neden oluyor.
Suriye ve Irak’ın istikrarsızlık, deyim yerindeyse “devletsizlik” yahut ulusal egemenlik iddiası yetmezliği durumları devam ediyor. İran, başat bölgesel tehdit olma özelliğini koruyor. İran ayrıca Bağdat’a egemen. Tahran, Bağdat’ı mefluç tutma imkânına sahip. Örnek olarak, bugünkü başbakan Sudani’nin yarın bir seçim koalisyonu kuramaması, kuramasa da bağımsız seçilmesi durumunda yeniden başbakan olamaması için şimdiden Maliki aracılığıyla yoğun çalışıyor. Tıpkı daha önce Mukteda Sadr’a yol vermedikleri gibi. Yerli ve milli Bağdat, Şiilerin elinde de kalsa, Tahran’ın işine gelmiyor.
Oysa konu PKK olunca bizim ulema en soldan en sağa adeta kendinden geçiyor. Derhal Bağdat’la nasıl iş tutarım, Kürtlerle işbirliğinden nasıl kurtulurum kafasına giriliyor. “Hangi Bağdat”, “görüşülen yetkililer, hükümet kimi, neyi, ne kadar temsil ediyor”, “Bağdat’ın imkân ve kabiliyeti ne”, “Bağdat kendi ülkesinin ne kadarına egemen”, “Bağdat kendi halkına elektrik gibi temel hizmetleri bile sunabiliyor mu”, “Irak ordusunda, istihbaratında, emniyetinde hangi odaklar nerelere yuvalanmış”, “bu yuvalanma etnik, mezhepsel, siyasal kökenli mi”, “komşu İran güdümünde olanlar bunlardan hangileri” vb. sorular soran yok. Varsa yoksa “AUAAAA!!!”, veya “Ortadoğu’da dengeleri değiştiren hamle” filan falan.
Zaten Irak Kürtleri de ne kendi federe bölgelerinin ülke içi yönetsel sınırlarını kanunen belirletebildi, ne ortak bir bölge yönetimi için KDP/Erbil ile KYB/Süleymaniye bir araya gelebildi. Aksine, Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) bugün dünden çok daha fazla Bağdat’a bağımlı duruma geldi. Geldi gelmesine de Türkiye’nin Irak ile olan sınırı halen IKB hatta KDP sınırı. Genel olarak Irak’taki, özel olarak IKB’deki çapaçulluk denli bu durumun da değişeceği yok.
Ovaköy’den Basra’ya hat çekip, üzerinde raks etmek var bir de. Bininci kere yazayım: Habur iyi günlerinde Türkiye’nin en çok iş yapan sınır kapısı ve Irak da Türkiye’nin en büyük ihracat pazarlarından. Irak’ta petrol var, bizde gıda maddesi, inşaat malzemeleri, ilaç. Dicle ve Fırat sularının başında da biz oturuyoruz.
Neredeyse tamamı dağlık 378 km uzunluğundaki sınırın ancak 50 km kadarı düzlük. Burada da Habur var. İstenilirse Habur ıslah edilir, İstanbul “Grand” Havalimanı’na çevrilir. Bunun azıcık batısına gidelim de, tam Suriye-Irak-Türkiye sınırlarının kesişim noktası Ovaköy’den (eski adı Körava, Ovacık değil, o Dersim’de) Telafer’e oradan ver elini Basra’ya kadar demiryolu, karayolu yapmak, “olmayacak rüyaya amin” demekten başka iş değil.
Diyelim yapıldı. Buradan kim neyi nereye taşıyacak? Irak petrolünü Çin’e, Hindistan’a ihraç ediyor. Kerkük petrolünü bir boru hattıyla alıyoruz. İçine IKB petrolünü de katıp Yumurtalık’tan ihraç ediyoruz. O hattın vanasını tahkim kararı aleyhimize çıktığından bu yana kapattık, açmıyoruz. Bunda çok haksız da değiliz. Anlaşma yapıp, ortak terörle mücadele bildirisi açıkladığımız Irak çatır çatır milyar dolarlarını bizden almak peşinde. Çok bekler. Ve kuruş da alamaz. Bu ayrı konu.
Başka, haydi havalı olsun “stratejik” diyelim, sorular sormak da olası: Vatan halen varoluşsal tehdit altında mı? Suriye sınırı düzlük, Irak sınırı dağlık: F-16’yı, SİHA’yı geçtim, fırtına obüs menzili 30 km. “Irak’ı anladık” diyelim, Suriye’de de “gir-kal” (ki onun askeri terminolojide söylenişi “clear&hold” ama devamı da “build”) zorunlu mu? Niyet nedir? Maliyeti ne olur? Değer mi? Hangi mühlette, hangi koşullar oluşunca çıkılacak?
Şam ve Bağdat’ın zayıf olmaları, Hafız Esat ve Saddam Hüseyin dönemleri anımsandığında, Türkiye’nin ulusal güvenlik çıkarları için çok daha uygun değil mi? Türkiye sıkletinde devletin dış politikası, ulusal güvenlik kurgusu bir terör örgütüyle mücadele boyutuna indirgenebilir mi? Yok, kendi demokrasimiz mükemmel de, Irak ve Suriye’ye demokrasi mi götüreceğiz? Yoksa buraları Müslüman Kardeşler cemahiriyelerine çevirecektik de, hesap mı tutmadı?
ABD’nin sürekli bizi itelediği “İran’ı dengelemek” bölgesel görevinden sakınmak, kaçınmak bölge politikamızın temellerinden değil mi? Suriye ve Irak’ta ilanihaye toprak üzerine oturmak için (diplomatik gerekçesi de Irak ve Suriye’nin ulusal egemenlik ve toprak bütünlüklerini bu devletler adına onlar bunu kendilerini devralıncaya dek korumak!) ABD’nin bize bu işi yüklemesine de razı mı olacağız?
Kendi içimizde de ondan geriye ne kaldıysa soldan ve Kürt siyasal hareketinden gelen “Barış” çağrısından ne anlaşılmalı? “Barış” olmadan, istikrar sağlanamaz mı? “Kürt sorunu” denilen meselemizin çözümü illa ve münhasıran Kandil veya İmralı’yla mı konuşulmalı? Güdük demokrasimizin adam edilmesi, mükemmelleştirilmesi görevi aslen TBMM’ye düşmez mi?
Terörle mücadele ile demokratikleşme bir arada yürümez mi? Kayyum atama, en başta Demirtaş’ı ama nice Kürt siyasal hareketi mensubunu da zindanda tutmak gibi ceberrutlukların, anadilde eğitim, yerinden yönetim gibi konuların terörle mücadeleyle ne ilgisi var?
Ulusal güvenlik politikaları hangi mahfillerde, kimler tarafından belirlenir? Seçilmişlerce mi, atanmışlarca mı, “iyi sıhhatte olsunlar” tarafından mı? “Diz refleksi” tepkiler, “otomatik pilot” harekâtlar, uygulamalar “son terörist öldürülünceye dek” sürdürülecekse, ya o “son terörist” henüz doğmamış olansa ne yapılacak? Sonsuza dek devam mı edilecek?
Ulusal egemenlik, ülke sınırları nerede korunur? Sınır boylarında mı, sınırların ötesine taşılarak mı? Sürekli sınır ötesine taşmak “terörle mücadele” denilerek açıklanabilir mi? Yoksa revizyonizm, irredantizm, ekspansiyonizm olarak mı algılanır? Boş kasa, boş ceplerle, emeklisine 10 bin liradan bir kuruş fazla maaş ödeyemeyen bir devlet bu yaklaşımı hangi vadeye dek, ne pahasına sürdürür?
Atılan taş, ürkütülecek kuşa değiyor mu? Mümkün, makulde aranıyor mu? Doğrular, gerçekler üzerine kuruluyor mu? Ezber edip, ezberi tekrara dayanmak yerine bir sonraki bölümün senaryosunu yazmaya odaklanmak gerekmez mi? Ulusal güvenlik ve dış politika tercih ve çıkarlarının, ne “siyaset üstü” ne “taşa kazılı” oldukları biliniyor mu?
Boşa konuştuğumu biliyorum. Siz yine Bağdat ile bir olup nasıl Kandil’in tepesine bineriz, Irak Kürtlerinin federe bölgesini nasıl yaşanmaz hale getirip yok ederiz, ilelebet Suriye ve Irak’ta nasıl kalırız, Ovaköy’den nasıl yeni bir hat çekerek Basra’ya gideriz, bunları zurnalı davullu kutlamaya devam ediniz. Benim bu hezeyanlarıma istirham ederim hiç kulak asmayınız.
Hasbelkader 2003-06 Bağdat’ta, 2010-13 Erbil’de görev yaptım. 2006-08 Ankara’da Irak Dairesi Başkanı ve Irak Özel Temsilcisi yardımcısıydım. 2008-10’da Vaşington’da Irak, İran ve terörle mücadele dosyalarına baktım. Ama bir türlü öğrenemedim, anlayamadım. Çok uğraştım, çok denedim, çok anlattım, çok yazdım. Boyum yettiği kadar bakanlıkta da, daha sonra kendimce medyada da. İşte teslim oluyorum: Başaramadım, beceremedim, anlatamadım. Ben yanıldım, sizler hep haklıydınız, yine haklısınız.