Külliye penceresinden süreç manzaraları

19 Mart sonrasında hiç bitmeyen “gerçek gündemi takip ve başka gündemlere sapmama” tartışmaları yine canlandı. CHP’nin engellenip geriletildiğini söylediği, iktidarın “yeni turplarla” ve “yaratıcı” baskı yöntemleriyle tazelemeye çalıştığı “darbe” gündemi hala en önemli başlık. Diğer tarafta ise on üç yıl aradan ve aylar süren “nazlanmanın” ardından Erdoğan’ın DEM heyetini kabulüyle tekrar canlanmış gibi görünmesi istenen “süreç” meselesi var. Elbette giderek sertleşen ekonomik sıkıntılar ve İran, İsrail başlıklarıyla Türkiye için giderek daha belirleyici hale gelecek dış politika gündemi de tırmanıyor. Her başlığın, asıl gündem olduğunu ve ısrarla takibini isteyen taraftarları var. Bu başlıkların birbirine değmeden -yok sayarak- yürümesi gerektiğini düşünenler bir tarafta, birbirine karışarak ve birlikte düşünülerek konuşulmasını savunanlar ise diğer tarafta. 

Türkiye’de kalabalık bir grup, çok uzun süredir etkili gündem maddelerinin diğer -asıl- konuları konuşturmamak için tedavüle çıktığına hatta bazen yapay olduğuna inanıyor. Dile getirenler ağırlıkla muhalefet kamuoyunda olsa bile bu algıyı en güçlü biçimde teşvik edenin ve faydalanın iktidar olduğu çok açık. Özellikle iktidar medyasının abartılı gayretiyle, bütün kavramlar, dinamikler her gündem için ayrı anlam ve bağlamda kullanılıyor. Demokrasi, hukuk, adalet, barış, özgürlük, kucaklayıcılık, siyaset, umut, eşitlik, çözüm gibi pek çok anahtar kavram, ele alınan gündem başlığına bağlı olarak bambaşka hatta zıt anlamlar kazanıyor. Ortaya çıkan ilkesel hatta mantıksal tutarsızlıklara ilişkin eleştiriler isegündemler arasında -yine çok tutarsız- önem ve “kapsayıcılık” kronolojisi kurularak aşılmaya çalışılıyor. 

Herkese ayrı masa ayrı menü

Erdoğan, çok uzun bir süredir iktidarının devamını siyasi desteğinin artması veya buna dair çabalar üzerine kurmuyor. Zaten kutuplaştırma siyasetinin ötekilere laf anlatma diye bir meselesi olmaması gayet normal. “İktidarda kalmak” önceliğinden vazgeçmeyen siyaset tarzı, elbette kimsenin hatta memleketin herhangi bir sorununu çözmek için değil kendi sorununu idare edebilmek için güç ve enerji harcar, her şeyi böyle ölçer. Bunlar hiç şaşırtıcı değil. Ancak böyle davranmanın getirileri kadar riskleri de var ve her türlü manipülasyona hatta provokasyona rağmen iktidarın süreklileşen destek kaybı bunu açıkça gösteriyor. Buna karşılık, bizzat kendisine, iktidar biçimine ve yaptıklarına itirazın kendiliğinden ortaklaştırması gereken (beklenen) potansiyeli, ayrı gündemlere ve “çözüm” rotalarına bölme kabiliyeti hala etkili oluyor.   

Her biri isim aldıkları tarihlerden daha geriye yaslanan hazırlıkların mahsulü “19 Mart süreci” ile “1 Ekim süreci” arasındaki ilişki, pek çok hesabın yanı sıra, kuşkusuz gündem bölünmesi stratejisini de içeriyordu. Başlangıçtan itibaren iç içe kurulmuş hatta -en azından başlarda- senkronize işleyen -sadık kalınması gereken- plan, farklı taraflara -birbirleriyle de didişecekleri- ayrı menüler sunuyordu. Yeniden uygulamaya konulan kayyumlar veya normalleşme de böyleydi. Çözüm veya “sonuç alma” ile hukuk düzeni, demokrasi ve siyasi alan genişlemesi gibi ihtiyaçları birbirinden ayrıştırma ve farklı çevreler için başka bağlama oturtma ise zaten defalarca “başarıyla” uygulanmıştı. Her kesimin içindeki, bildik reflekslere (ezberlere) veya sorunlu bagajlara (ajandalara) sahip -en gürültücü- çevreler, son hamleleri de böyle kabul etti, böyle pozisyon aldı ve herkesi buraya çağırdı. 

“Darbe” girişimi hangi noktada?

CHP’de Özel ve İmamoğlu’nun, kısmen de DEM’in kendi kamuoylarından gelen baskıya ve iktidarın kışkırtmalarına rağmen, Erdoğan’ın zorladığı gündem ayrışmasına fazla pirim vermediklerini görüyoruz. İktidarın kurduğu oyun planında ortaya çıkan sorunlar, taktik ve stratejik hatalar ve mühendislik projesinin eksikleri kadar bu şaşırtıcı akılcılıkla ilgili olmalı. İktidar, iki süreci ayrı ayrı ve mümkünse birbirine karşı konumlandırmaktan -en azından böyle düşünülmesinden- fayda beklediğini saklamıyor. Bu eski ve kaba stratejiye karşı gündem öncekilerini tartışmaya açmak, konsantrasyon bozulmasın diye “diğer süreci” yok saymak, muhtemel ortakları “barış” ya da “demokrasi” karşıtlığıyla suçlayıp caydırmaya çalışmak, savunma yöntemleri olarak önerilebilir. Fakat ayrıştırma simetrisiüretmeden, bizzat ayrıştırmaya karşı durmak da ciddi bir seçenek. 

19 Mart sürecindeki güncel duruma iki farklı yönden bakmak mümkün. Bir tarafta CHP kanaat önderlerinin yoğunlukla dile getirdiği gibi “darbenin” istediği hedeflere ulaşamadığı “başarısız olduğu” anlatılıyor. İstanbul Belediyesi’ne ve CHP’ye kayyım atanamamış olması, Erdoğan ve iktidar çevrelerinin savunma pozisyona sıkışması en önemli kanıtlar. Öğrencilerin tahliye edilmesi gibi gelişmeler “geriletme” olarak tanımlanıyor. Diğer tarafta ise “Turpun büyüğü” iddiası hala yürürlükte, şirketlere kayyım atamaları, bir taraftan tahliye bir taraftan yeni gözaltılar (gözdağları) da öyle. Öğrencilerin ve Mahir Polat’ın tahliyesine başarı demek kadar, onların günlerce içeride tutulabilmiş olması da başka gösterge. İtiraz potansiyeli ve protestoların ivme kaybetmemesi hatta artması bir tarafta, “devam edebilecek mi” sorusunun henüz gündemden düşmemesi ise diğer tarafta.

19 Mart sürecinin öğrettikleri

19 Mart süreci, Özel’in sokaklarda, İmamoğlu’nun mahkeme salonlarında ortaya koyduğu gibi siyaset dilini ve yordamını değiştirdi. Senelerdir rasyonel görünümlü bahanelere yaslanan tavırsızlığın, “ne yapsınlar yani” savunmalarının ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıktı. Yapılabileceği söylendiğinde ölçüsüz saldırganlaşanların, yapılabildiği gösterildiğinde yine abartılı alkışlarını görmek memnun edici ve öğretici. (Yarın işler değişirse, hemen “yanlışmış işte” demeye de aynı hızda dönerler) Bir başka önemli değişim, gündemleri, sorunları,ihtiyaçları, talep ve itirazları kategorize etmeden, kıyaslamadan, yarıştırmadan, yatıştırmadan hepsini birlikte konuşabilmek için gösterilen -en azından bunu deneyen- gayret . “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sözünün içini doldurmak. 

Özgür Özel’in “bir avuç insan” diye başlayıp “cunta” ile devam ettirdiği, ayrıcalıklı ve suçlu azınlık söylemi, Erdoğan’ın senelerdir meşruiyet devşirdiği “milli irade” hikayesini sarsıyor. Erdoğan’ın küçük fiskelerle harekete geçirebildiği muhalefet içi büyük sarsıntılar ve gerilimlerin sanıldığı kadar güçlü dinamiklere dayanmadığı da görüldü. Vazgeçmeyen itiraz potansiyelinin, iktidarın açmazlarından daha etkili ve sonuç alıcı olabileceği anlaşıldı. Boş tencerenin etkisinin tencerenin kapağını vurarak çıkarılan sesle ilişkisi, adalet beklemekle adalet istemenin farkı gayet açık. İktidarın gidici olduğuna iman edip beklemek yerine bunu yapabilecek özgüvenin herkese daha iyi geldiği de ortada. Bütün bunlar muhalefeti gündemin belirleyicisi yapıyor ve psikolojik üstünlük el değiştiriyor. Ancak gündem reaksiyonundaki muhalefet üstünlüğüne rağmen, gündemi hareketlendiren girdiler hala iktidarın sahasında. 

“Külliye kabulü” ne anlama gelir? 

İktidarın 19 Mart sürecindeki tıkanıklığı aşmak için ne planladığını bilmiyoruz. Çıkış (dönüş) aradığına dair kulisler, gaza basmak için yapılan hazırlık iddialarıyla yarışıyor. Ayrıca 19 Mart ve 1 Ekim süreçlerinin birbirini olumsuz etkileyeceği hakkındaki öngörüler bir tarafta,süreçlerdeki tıkanmanın diğerini hızlandırabileceği varsayımları diğer tarafta. Her iki sürecin iyimserleri ve kötümserleri, -önceki aylardan farklı olarak- muhtemel gelişmeleri artık daha çok Erdoğan’ın zayıflıkları üzerine kuruyor. Külliyedeki görüşmeyle yeniden öne çıkarılan “süreç” gündemi, pek çok yorumcu tarafından bu bağlamda  değerlendiriliyor. Erdoğan’ın “süreci” sahiplendiği ve hızlandıracağı yorumları arttı. Ancak Erdoğan’ın yüksek baskı altında mecbur kaldığı bu hamle, nazlanmaya devam etmesi kadar net bir tutum sayılmaz. 

Erdoğan’ın inisiyatifi eline aldığı, sürecin sorumluluğunu ve kontrolünü üstlendiği ve stratejinin yeni ayağını başlattığı ya da hızlandıracağı elbette söylenebilir. Fakat bu ihtimalin kesin bir hakikat olarak ileri sürülmesi için çok sınırlı veriye sahibiz. Çünkü bu hamlenin “kendi sorununu” çözmek için nasıl bir bağlama oturacağını henüz bilmiyoruz. Buna karşılık Erdoğan’ın pek çok faktör nedeniyle artık bu görüşmeye direnemeyecek olduğu kesin. Görüşmeyi kabul etmesi “elini taşın altına sokacağı” veya kendi planındaki menfaate sağlam bir cevap bulduğu anlamına gelmiyor ama bu noktada ipe un sermeye devam etmesi, hem muhatapları hem ortağı nezdinde sürecin tamamen dışına çıktığı anlamına gelecekti. Şimdiki tutumu, yeni bir stratejik hamlenin işareti sayılabileceği gibi, oyunda kalma arzusunun tezahürü de olabilir. (Bir not: Bazı yorumcular Bahçeli’nin rolünü “oyunda kalma” arzusuna bağlıyordu)

Zayıf oturulan masanın verimliliği

Erdoğan, 1 Ekim sürecinde fazla yavaş, 19 Mart sürecinde ise fazla hızlı davranarak kendi -pragmatik- önceliklerini zorladı (belki dayattı) ama istediği sonucualamadı. Hatta süreçler arasında ve içindeki senkronu bozmuş olduğu için hamle seçeneklerini daralttı, ortaklarını gerdi, muhataplarını (rakiplerini) heveslendirdi. Dış (bölgesel) konjonktür avantajınıkaybetme riskiyle hayli düşük profile hızla çekilmek zorunda kaldı. Başkalarını hızlı davranmaya iterken kendisi çok geç kaldı. Trump görüşmesi öncesinde somut bir statü sağlayamadığı için, aldığı desteğin faturası ve kasasındaki rezervi kestirmekte zorlanıyor. En azından bunu iç dinamiğe bir başarı hikayesi olarak taşımak artık biraz daha zor. Öte yandan 19 Mart hamlesi ve sonuçları itibarıyla içeride “çözüm süreci” anlatısı üretmek, iki süreç arasında yeni bir senkron tutturmadan hiç kolay değil. Kürtlerin abartılı “müzakere nezaketine” şimdi daha mahkum. 

Hem 19 Mart  hem 1 Ekim sürecinin olası sonuçları hala Erdoğan’ın güç ve zayıflıkları üzerinden tartışılıyor. Alınacak “pozitif” sonuçlar veya muhtemel başarısızlıklar, Erdoğan’ın güç ve imkan seçeneklerine dayandırılıyor. Yalnız unutulmaması gereken nokta: Erdoğan’ın sürekli zayıflamasına rağmen senelerdir iktidarda kalmasını sağlayan en önemli unsur, bütün siyaset alanını bu parametreye bağlamış olmasıydı. Kurduğu ittifaklar, attığı adımlar, giriştiği operasyonların hep onun sahasında gerçekleşiyor olması ve bütün muhataplarına bunu kabul ettirmiş olması, en avantajlı yönüydü. Erdoğan sadece siyasal desteğini eritmekle kalmadı, kısa ve basit çıkarlara abartılı bağımlılığı,  kontrol yeteneğini örseledi. Siyasetin genel kuralı ve pazarlık dinamikleri, böylesi zayıflama anlarının şaşırtıcı fırsatlar yaratabileceğini söylüyor. Ancak akıldan çıkartılmaması gereken diğer bir nokta: Erdoğan’ın zayıfken veya zayıf göründüğü masalara oturmaması. Şimdiye kadar onun zayıfladığı anlar, bu fırsatı abartanlar ve memleket için pek hayırlı olmadı.