Zaferden zafere koşan düşişleri politikamız

Çok değil bir kaç ay önce, Erdoğan’cı propaganda aygıtınca ısrarla gündemde tutulan “İsrail'in arz-ı mevud gerekçesiyle Türkiye'yi işgal edeceği” söylemi bir anda dolaşımdan kalktı. Öyle bir kalktı ki,

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, ABD Başkanı Donald Trump'ın Gazze halkını vatansızlaştırmak için yaptığı tahkir edici çağrılara karşı akıllarda yer eden bir tepki gösterdiğini dahi hatırlayan kalmadı.

Gelinen noktada Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan adanın tamamını temsil etme iddiasındaki GKRY’de büyükelçilik açmış durumda. Fransa, Yunanistan ve GKRY, Şara’nın Suriyesi’yle dörtlü eşgüdüm toplantıları yapıyor.

Suriye’de Şam ve Hama dolaylarında iki askeri üssün Türkiye’ye tahsisinde uzlaşıldığı rivayetleri çıktı veya bilinçli olarak çıkarıldı. Sızdırılan haberlere göre TSK buralara S-400 dahil hava savunma sistemleri konuşlandıracaktı. İsrail, herhalde yorum gerektirmeyen bir hamle yaparak, havadan bombardımanla derhal iki üssün de pistlerini kullanılamaz hale getirdi.

 

Suriye’nin bir ordusu, dolayısıyla sınırlarını, kıyılarını, hava sahasını koruyacak bir askeri gücü yok. Ankara’da kimileri bu duruma bakıp kendilerine Şara yönetimini, Suriye’yi savunmak ödevi çıkarıyor olabilir. Aynı zamanda Fidan, “Suriye’nin Suriyelilerin olduğunu” ve “dilerlerse İsrail’le uygun görecekleri uzlaşılara varmakta da özgür olduklarını” belirtiyor.

“Suriye Suriyelilerin ise” bu komşu ülkenin benimseyeceği yönetsel yapı seçeneklerinden biri veya bazıları nasıl ve hangi gerekçeyle Türkiye açısından bir tehdit algısına yol açıyor olabilir? Kaldı ki, Şara ile Abdi kendi aralarında uzlaştıkları gibi, Fırat’ın doğusunda da SDG ile ENKS kendi aralarında uzlaştı zaten. Hatta merkezi hükümete bağlı Suriye güçleri ile SDG ortak devriyelere bile başladı.

    

O arada İsrail, Suriye gibi Gazze’ye ve Lübnan’a yönelik pervasız saldırılarını sürdürüyor. Kendi açısından tehdit algıladığı hangi hedef varsa çekinmeden vuruyor. ABD’nin İran’a karşı Körfez’deki üslerine yaptığı yığınak da İsrail açısından olumlu gelişme. ABD, Yemen’deki İran uzantısı Husileri de giderek artan yoğunlukta hedef alıyor. Ayrıca, Katar’ın Netanyahu’ya perde gerisinden desteği de geçenlerde açığa çıktı.

İsrail deyince iç kamuoyuna adeta ağızlarından alev püskürten AKP yönetimi, (Fidan’ın son Reuters söyleşisi gibi) iş dış kamuoyuna mesaj vermeye geldiğinde adeta yoğurdu üfleyerek yiyor. Dışarıya dengeci, sağduyulu, soğukkanlı bir izlenim verme kaygısı ağır basıyor. Ancak, politikalardaki okunaksızlık sürdüğü gibi bu tek adam düzeninde adı üzerinde tek adam dışında hiçbir yetkilinin ağzından çıkanların herhangi bir kıymet-i harbiyesi bulunmuyor.

Trump’ın Erdoğan’la bazı kaynakların “golf sahasından yaptığını” iddia ettikleri son telefon görüşmesinin hemen ardından Fidan Vaşington’a gitmişti. Doğal olarak hızlanan görüşme ve temas trafiği, Erdoğan’ın yakında Beyaz Ev’de ağırlanacağı rivayetlerinin güçlenmesine yol açmıştı. O cenahtan henüz herhangi somut bir gelişme çıkmadığı gibi AKP yönetiminin Trump kabinesinin tarihteki en İsrail yanlısı karar alıcı kadro olduğu gerçeğiyle yüzleşmekte zorlandığı da anlaşılıyor.

Bu bağlamda, Ankara’dan İsrail’e yönelik getirilen “fundamentalist, destabilizatör” vb. akademik görünümlü sert eleştiriler, Trump yönetiminin Ortadoğu’daki tek önceliği olan “İsrail’in güvenliği” yaklaşımıyla haliyle çelişiyor. Erdoğan da Trump da devletlerarası ilişkilere “perakendeci”, “parça başı”, “pragmatist” yaklaşan liderler: Öyleyse, Erdoğan Trump’a Türkiye’yi bu ayrılıklara rağmen “vazgeçilmez müttefik” kılacak ne sunabilir?

Türkiye’nin jeostratejik değeri Suriye’de Şara’nın Esat’ı devirip rejimi değiştirmesi ve Ukrayna’da Trump’ın -deyim yerindeyse- Putin’e “yanlamasıyla” yeniden artmıştı. Şara iktidarını oturtmak için dış politikasında özerkleşmek ve gücü olmadığına göre müzakereler yoluyla ülkesinin sınırlarını sağlama almaya çabalamak durumunda. Lübnan’la da bir sınır anlaşması imzaladı ve elinden geldiğince Hizbullah kalıntılarını da topraklarından temizliyor.

Ankara, Şara’nın özerkleşmesini söylemde destekler gözükürken, planlamada kaygıyla izliyor olmalı. Ukrayna dosyasında ise, ABD’nin ayak değiştirmesini kaldıraç yaparak, biçimlenmekte olan yeni Avrupa savunma mimarisi üzerinden AB ile donmuş ilişkileri canlandırma fırsatı önüne çıktı. İşte, nasılsa Türkiye’de demokrasinin durumuna kayıtsız kalacağı cihetle bu dönemeçte Avrupa’ya sırt dönüp Trump’la yakınlaşmak aramak da göze çarpan bir başka tutarsızlık.

Avrupa açısından Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayımız İmamoğlu’nun diplomasını iptal ve kendini de en yakın çalışma arkadaşlarıyla birlikte tutsak etmek ve mal varlıklarına da el koymak darbesi, Türkiye’nin “mecburen işbirliği yapılacak ortaklık” konumunu bile iğreti kıldı. Üstelik Trump’ın gümrük vergisi yağmuru, Atlantik’in iki yakası arasındaki mesafeyi daha da açtı.

Eğer Erdoğan içeride Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ancak adı konamayan, tanımı yapılamayan yeni “süreci” de özellikle Suriye siyaseti bağlamında tasarladıysa, gerek Suriye’de yaşananlar gerek Türkiye’deki parti devlet ceberrutluğu o bağıntıyı da kopardı. Sonuç olarak ortada bütünleşik, tutarlı, akılcı, gerçekçi olmadığı gibi ulusal çıkarları da gözetmeyen, gündelik rüzgârlarda savrulan bir çelişkili iç ve dış politikalar yumağı kaldı. Dışişleri yerini düş işlerine bıraktı.