Yola nasıl devam edilecek?

Muhalefet tarafından “darbe” diye isimlendirilen girişiminin, beklenmedik yoğunlukta bir dirençle karşılaştığı için başarısız olduğu ve geri çekilmeye zorlandığı iddiası hala güncel. Bunun kanıtı olarak gayet haklı ve güçlü argümanlar ileri sürülüyor: İstanbul Belediyesi’ne ve CHP’ye kayyum atanamamış olması; iki hafta boyunca her gün sayısı ve hacmi artan protestolar, rekor kıran mitingler; CHP’nin önseçimine katılan milyonlarca insan; korku duvarlarının yıkıldığını, prangaların bırakıldığını, özgüvenin geri geldiğini düşündüren çıkışlar; boykottan fazlasıyla etkilediğini gösteren iktidarın çaresizlik hali; pek çok alanda iktidarın sıkıştığını, krizlerinin derinleştiğini gösteren işaretler.

Diğer tarafta ise “darbe” nitelemesinin sebebi olan ve öylece yerinde duran bir sürü mesele var: Ekrem İmamoğlu’nun iptal edilmiş olan diploması; İstanbul başta olmak üzere birçok belediye başkanı ve belediye bürokratının hala içerde oluşu; yargılansalar bile bir gün yatmayacak gençlerin günlerdir hapiste tutulması; gözaltılar ve tutuklamalar sonrasında işkence ve kötü muamelelerin sistemli biçimde uygulanması, bu konudaki açık kanıtların ve şikayetlerin dikkate alınmaması; iktidar ve iktidardan kopamayan medyanın bilindiği gibi davranmaya devam etmesi; Erdoğan’ın hala yeni “turplardan” bahsetmesi, itirazı duymak yerine suçlamaları büyütmesi; “iktidarı değiştirme” diye bir suç yaratılması.

Madalyonun iki yüzündeki resimler

19 Mart’ta yapılanlar, yeni bir sürecin başlangıcı kabul ediliyor. Hatta “19 Mart süreci” ismi bile kullanılmaya başlandı. Oysa -dozuyla ilgili farklı değerlendirmeler olsa bile- bu hamlenin aylar hatta senelerdir “bekleniyor” (hazırlanıyor) olması, 19 Mart’ın başlangıç sayılmasını zorlaştırıyor. Belki yeni bir aşamadan bahsetmek daha doğru. Ancak şimdi asıl önemli olan ve herkesin kafasındaki soru, sürecin nasıl devam edeceği. Eğer 19 Mart önemli bir eşik kabul edilecekse, taraflar hangi adımları atacaklar ve nasıl sonuç alacaklar? Yukarıda kabaca tarif ettiğim -hayli farklı görünen- “madalyonun iki yüzü”, bu açıdan farklı resimler veriyor. Tarafların hangi yüzü görmeye, göstermeye çalıştıkları da önemli.

Değerlendirme ve varsayımların isabeti de, madalyonun hangi yüzüne bakılarak yapıldığına bağlı. Sonuç gibi görünenler bir başlangıcı, başlangıç gibi duranlar bir neticeyi gösteriyor olabilir. Ayrıca başka bir kritik soru, bundan sonrasında yaşanacaklarda kimin yapacaklarının belirleyici olacağı. Senelerdir olduğu gibi -açıktan söylensin veya söylenmesin- Erdoğan’ın kafasındakilere dikkat kesilen, onun yapabilecekleri veya mecburiyetlerini tartışan bir gündemi takip etmek başka, kurumsal ve toplumsal muhalefetin muhtemel rotasını ve o yolculuğun avantaj ve sıkıntılarını görerek takip etmek bambaşka yere götürüyor bizi. Aslında kendini yeniden keşfeden kamuoyu açısından, kimin “merak edilen” olacağı son derece kritik.

Kendi zincirlerini kaybetmetmek

Muhalefetin uzun zamandır içine gömüldüğü  “başaramadıkları” tartışmalarından çıkıp, başarabildikleri -ya da başarabilecekleri- üzerine konuşmaya çok ihtiyacı vardı. Defalarca tekrarlanmış yenilgi serilerinden yılmış olanların ve bu sonuçlardan sorumlu tutulanların ortak ihtiyacı buydu. Birikmiş ve ezberletilmiş eziklikten sıyrılmanın herkese iyi geldiğine hiç kuşku yok. Kimin ne kadar payı olduğu tartışmasına girmeden, herkesin kendisini parçası hissedebileceği (söyleyebileceği) bir hikaye kurulması, unutturulmuş bazı hikayelerin hatırlanması çok önemli. En önemlisi ise pek çok dünya örneğinden ayrışarak defalarca gösterilen vazgeçmeme inadının kendini tekrar göstermesi.  

Bu eşikten geçilirken görevli ve veya gönüllü çaresizlik eğitmenlerinin sıkı bağladığı bazı prangalar şimdilik geride bırakıldı. Kafaya inen her sopadan sonra “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diyenler, sokağın (itirazın) faziletini, anayasal hakları hatırladı. “Sosyolojinin” ve bu ülke siyasi kültürünün değişmez “kanunlarından” bahsedenler, her itirazın karşı mahallede konsolidasyon yaratacağı korkusunu yayanlar sakinledi. Siyaseti sandık ve kapalı pazarlıklardan ibaret sayanlar, siyasi sonuçları iktidarın kontrol ettiği skor tabelasından izleyenler daha sessiz. Hak, hukuk, adalet ve özgürlük gibi “soyut” taleplerin hiç yankı bulmayacağı iddiaları rafa kalktı. Fakat hikayeyi kimin kaleme alacağı hala meçhul.

“Geri adım”, taktik mi stratejik mi?

İktidar tarafına dair en çok dile gelen değerlendirme, böyle bir tepkiyi (direnci) öngörmemiş oldukları. “Atılan geri adımlar”, tutarsız reaksiyonlar ve MB rezervlerinin ciddi bir kısmının harcanması gibi deliller gösteriliyor. İktidarın verdiği tepkiler dikkate alınınca bu deliller inandırıcı duruyor. Bu varsayımın toplumsal ve kurumsal muhalefetin “başarı” ve özgüven ihtiyacına ilaç gibi geldiği de açık. Ancak gösterilen direncin iktidarın öngördüğü üst sınırı aştığını söylemek için erken. Erdoğan’ın, taktik bir çekilmeyi (ertelemeyi) zaten hesaplayıp hesaplamadığını, yapmadıklarının bir strateji revizyonu olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Neredeyse on beş yıldır, yönetememe krizini yönetme biçimine dönüştürerek yürüdüğü yolu değiştireceği, somut göstergelerle desteklenen bir bilgi değil; sadece -hiç gerçekleşmemiş- hep tekrarlanan bir ihtimal.

Erdoğan bu hafta Cuma namazı çıkışında, “Türkiye dipdiri ayaktadır, gündemi elinde tutmaktadır ve Cumhur İttifakı Türkiye’nin şu anda her şeyidir. Kimse buradan kendine olumsuz bir pay çıkarmasın. Bunların hiçbiri tutmaz, tutmayacaktır” dedi. Bu çıkışı bir avuntu veya “korkuyu savuşturma” olarak değerlendirmek elbette mümkün ama uzun süredir milli iradenin yerine ikame edilen “Cumhur İttifakı”nı “Türkiye’nin her şeyi” saymak, “iktidarı değiştirme suçunun” gerekçesi gibi. Daha önce de atlattığı -ama hala yargılamalara konu ettiği- “Gezi” gibi, bu hareketliliğin sonuçsuz kalacağını söylerken “olumsuz pay” çıkarmama çağrısının muhatabı ise haftalar sonra yeniden görünen ortağı Bahçeli olabilir.

Süreçlerin irtibatı, iltisakı bozuldu

Erdoğan, Bahçeli ile görüştüğünü ve kendisine “yapacağımız daha çok şey var” dediğini aktardı. Nitekim Bahçeli, Türkgün Gazetesi’ndeki yazılarının ilkinde “yapılması gerekenler” ve ısrarcı olduğu hızlanma arzusuna dair mesajlar vermişti: “Gecikmemek, geciktirmemek ve sahip çıkmak öncelikli meseledir. Toplumsal barışın güçlendirilmesi ve  kutuplaşmanın azaltılması için siyasi aktörlerin kapsayıcı bir dil kullanmasına ihtiyaç vardır” (…) “Sağlam teminatlara bağlanmış bir yargı bağımsızlığı demokratik rejim için hayati önemdedir. (…) hak ve özgürlüklerin daha etkin korunması, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının geliştirilmesi, hukuk güvenliğinin güçlendirilmesi…” Bu görev listesinin önemli bir kısmının PKK fesih kongresini işaret etmediği ortada.

Bahçeli, 31 Mart tarihli Türkgün’deki ilk yazıda, son gelişmelere (19 Mart) hiç değinmiyordu. Sürecin fırsat ve imkanlarına temas edip “taraflara” hızlanmalarını hatırlatıyordu. İki süreç arasında bozulan senkronu ve sadık kalınması gereken planı tamire yönelmiş gibiydi.  Belki sıkıntıya girmesi muhtemel “kendi sürecini” veya Ruşen Çakır’ın söylediği gibi “devleti kurtarmaya” çalışıyordu. Belki de Mümtazer Türköne’nin iddialı yorumunda olduğu gibi “ulus devletin ayarlarını düzeltme” peşindeydi. Niyet ve hedefi konusunda farklı değerlendirmeler mümkün ama yazının dili iktidar ortaklığı görüntüsünden hayli uzak. Bu “uzaklık” fazla yadırgatıcı olmalı ki, yine aşırı abartılı -ve pek planlanmış gibi görünmeyen- ve ağırlıklı olanak CHP’ye saldırıya ayrılmış “ikinci bölüm” çıktı.

Süreç ne işe yarar,  nereye gider?

Türkiye ayağa kalkmış, ortalık toz dumanken, “İyice gündemden düşmüş süreç meselesini konuşmanın lüzumu nedir?” diye soranları duyuyor gibiyim. Ancak takip edenler bilecektir. Bahçeli’nin başlattığı sürecin, Erdoğan’ın yeniden seçilerek iktidarını uzatmak için bir kandırma veya oyalama hamlesinden ibaret olmadığını düşünenlerdenim. Muhalefete seçim kazandırmamak için, gerekirse sandığı bile önemsiz hale getirmeyi göze alarak siyaset dışı hamlelere yaptığı yatırım, Bahçeli’nin süreciyle birçok noktada örtüşüyor veya kesişiyordu. Ortak tercih, gündemi mümkün olduğunca siyaset dışına taşımak ve orada tutmaktı. Böylece sorunları ve iktidarın kriz ya da mecburiyetlerini siyasi fırsata çevirmek, doğrudan veya dolaylı muhatapların hüsnü kuruntusu olarak kalacaktı.

Sürecin hem iç hem dış konjonktürü ciddi tıkanıklıklar yaratmaya da başladı. Önce iç ve dış dinamikler arasındaki eşgüdüm bozuldu, şimdi de bu dinamiklerin her birindeki risk ve fırsat dengelerinde dramatik değişiklikler oldu. Zaten acele ihtiyacı, belki de bu gelişmelerin bekleniyor olmasıyla ilgiliydi. Sürecin Suriye ayağı sadece bağımsız bir rotaya girmedi, daha kararsız bir dengeye sürüklendi. Bunun iç ve dış dinamik entegrasyonunda sıkıntıya yol açacağı ortada. İç dinamikler bakımından ise Erdoğan’ın “somut çıkar” endişesinin büyüdüğü, tek taraflı vazife zorlamasından sonuç alınamadığı için hamle kronolojisini değiştirdiği düşünülebilir. Bunun, süreçteki ortağını  ve muhataplarını etkilememesi kaçınılmaz. Kürt’e ayrı Türk’e ayrı menü, sağlanan pasif sessizlikten daha fazlasını vadetmiyor.

19 Mart süreci: Kim, neye, nasıl karar verecek? 

İmamoğlu (CHP) tasfiye hamlesi için Trump’tan onay aradığı iddia edilen Erdoğan, ortağını mı pas geçti? Süreçten ne fayda sağlayacağı konusundaki tereddüt, yine iptal seviyesine mi çıktı? Bu soruların cevaplarını henüz bilmiyoruz. İlişki ve senkronizasyon bozulduğu gibi, iki sürecin artık birbiri için engel yaratacağı da görülüyor. Erdoğan’ın önceliklerinin -Bahçeli ile farkı açacak kadar- baskın hale geldiği düşünülebilir. Senelerdir yumuşama veya açılım tartışmalarında kullanılan Erdoğan’ın mecburiyetleri bahsinde ise çok da yeni argümanlar duymuyoruz. Oy kaybı, yönetememe krizi, eskimiş strateji, ekonomik zorluklar ve sıkıştıran dış konjonktür çok bildik başlıklar. Zayıf olduğu masaya oturmayan Erdoğan için baskı seviyesi dayanılmaz mı? Hiç emin değilim.

Gündem kontrolünü ve moral üstünlüğü kısmen ve bir süreliğine ele almış görünen muhalefet hala Erdoğan’ın ne yapacağını merak etmekten geri duramıyor. Kendi gücünün farkına varan ama bunu nasıl kullanacağı konusunda güvenilir rehberlik sıkıntısı çeken kırılgan kamuoyu da, bu işkillenmeden etkileniyor elbette. Toplumsal ve kurumsal muhalefetin -biraz da iktidarın iteklemesiyle- temasa gelmesi umutları yeşertti. Ancak bu ilişki henüz birlikte ve ortak bir talebe doğru yürüme formülünü bulabilmiş görünmüyor. Kurultay pürüzünü hasarsız geçecek CHP, enerjisini ve dikkatini bu ihtiyaç için yeniden seferber edebilir. İktidarın nifak ataklarını savuşturma çabası yerini kolektif enerjiye bırakır. Yeni yaratıcı hamlelerle, en azından muhalefet kamuoyunun ilgi ve merakını canlı tutabilir. Ancak madalyonun diğer yüzündeki karanlık resmi görmezden gelmeden.