Ekonomi programı kimin umurunda?

Bir ekonominin temel sermayesi güven ve o güveni kuşatan istikrardır. Sadece Türkiye gibi nisbeten küçük hacimli ve finansal derinliği sığ ekonomiler için değil, gelişmiş ekonomiler de bu kurala bağlıdır. Demokratik sistemi ve hukuk düzenini geçersiz kılacak veya zayıflatacak girişimlere müracaat edilemez. Kırmızı çizgidir bu…

İktidarın ekonomiyi bir siyasi propaganda aracı veya malzemesi yapması sadece bütün ülkenin kazanacağı iyi bir ekonomi yönetimi sergilemekten ibarettir. Herkes kazanırsa ve herkese kazandırırsa, halkla beraber iktidar da kazanır. Kimse, halkın kaybı pahasına kazanmayı aklına bile getirmez.

Siyasi rekabet için, siyasi rakipleri geriletmek yapılan ve planlanan girişimlerinin maliyeti asla ekonomiye çıkamaz. Rakiplere yönelik siyasi hamleler “ne pahasına olursun” fetvasıyla yapılamaz. Ekonomiye; yani döviz kurlarına, faize, enflasyona ve dolayısıyla bütün sisteme zarar verecek, verebilecek girişimler düşünülemez. Ülkenin ortak finansal birikimi pahasına siyaset yapılamaz.

Faturası ekonomiye çıkacak bir hamle de siyasi olmaktan çıkar siyaset mühendisliği namıyla anılır. Ekrem İmamoğlu’nun hapse atılması gibi.

Ekonomiye ağır faturalar çıkaran bir siyasi hamle…

Kur ve faiz arttı, enflasyon hedefi ciddi tehdit altında. Ekonomi programı da güven kaybetti…

Hangi ekonomi programı? Malum, bizimki dört başı mamur, iyi hesaplanmış ve Türkiye’yi küresel rekabette yukarılara taşıyacak bir program değildir. Faizin ana silah olduğu, maliye politikalarının bile eksik olduğu; yani, kamu harcamalarını azaltmayı amaçlamayan ve kemer sıkmanın yükünü sadece dar gelirliye yükleyen bir program… Ama Ak Parti, Ak Parti’ye o kadar kötü bir miras devretti ki çoğunluk, “buna da şükür” dedi. Çünkü, önceki beş yıl yapılan şeyler akıl almazdı. Ağır maliyet yarattı, büyük zaman ve kaynak kaybettirdi, ekonomik sistemi savunmasız bıraktı. Sonuçta para bitti, ülkenin sırtına ödenmesi senelerce sürecek bir fatura bindi.

Hal böyle olunca kimse daha sancılı hedefler koyamadı. İktidar da hukuk reformundan şeffaflığa kadar her alanda yeni bir yapılanmayı göze alamadı. Ülke bulduğu kadarıyla rasyonaliteye razı oldu…

Bu tabloda, Mehmet Şimşek’in ahım şahım sayılmayacak; esasen “iki kere iki dört eder” basitliğindeki yaklaşımı hem hiç yoktan iyiydi hem de zaten başka bir şey yapma imkanı yoktu. Yüksek faiz maliyetini göze alarak, kuru baskılayıp enflasyonu düşürmekten başka senaryo imkansızdı. Ya da iktidar

Öyle de yapıldı ve iktisatçılar endişe içinde, hiç olmazsa bu basit denklemin işlemesini umdular. Türkiye o kadar kırılgan haldeydi ki bu basit denklemin başına bir iş gelmesin diye neredeyse ortada muhalif bile kalmadı.

İyimserlik 19 Mart sabahı İmamoğlu’nun evinde bitti. Endişeli iktisatçılar, yani “bu yürüyüş bir noktada siyasi kazaya uğrar” diye kaygılananlar haklı çıktı. Kur arttı, Merkez Bankası rezervleri boşaldı, borsa düştü, risk primi (CDS) sıçradı, faiz yeniden yükseliş trendine girdi. Milyonlarca dar gelirlinin, ücretlinin, emeklinin, esnafın hatta orta ve üst grup tüccarın uğruna büyük fedakarlığa katlandığı programın temel sermayesi olan güvenilirlik ağrı yara aldı. Ekonomi, 19 Mart öncesine gelebilmek için ağır faiz maliyeti ödemişti; şimdi yeniden güven tesisi için belki bir o kadar, belki daha fazla ödemek gerekecek.

Muhalif iktisatçıların, hatta bazı muhalif parti liderlerinin bile korumaya çalıştığı programın darbeyi iktidardan yemesi gariptir. Böyle bir tahribat hiç mi hesaplanmadı, yoksa hesaplandı da göze mi alındı, bilinmiyor. Bilinen bir şey var; enflasyonu düşürmek, faizi yükünü azaltmak ya da dövizi kontrol altına almak “muhalif” iktisatçıların, medyanın ve halkın düşündüğü kadar öncelikli görünmüyor.

Öyle olsa, böyle olmazdı.