Türkiye siyasetinde kritik eşik

“Kritik eşik” kavramı, bir ülkenin gidişatının belirsizleştiği anlara göndermede bulunur; geçmişin etkisinin zayıfladığı, geleceğin ne olacağının belirsizleştiği ve siyasi aktörlerin eylemlerinin son derece önemli hale geldiği dönemlerdir bunlar. Kimse böyle dönemlerde ne olacağını tahmin edemez.  

Bu son bir haftada Türkiye tam da böyle bir ana girdi.

İktidar 2002’den bu yana karşılaştığı her büyük siyasi krizden, demokratik reform veya uzlaşmayla değil, daha derin bir demokratik gerileme ile çıktı. Ve her seferinde yetkileri daha da merkezileştirdi ve kurumları ve kuralları daha çok kontrol altına aldı.

Bu krizi önceki krizlerden ayıran ve onu bir kritik eşik haline getiren şey, yalnızca iktidarın bu kez giriştiği işin devasa boyutları değil; aynı zamanda bu devasa sürecin gerçekleştiği siyasal konjonktürün kendisi.

İktidarın geçmişte karşı karşıya kaldığı krizlerden farklı olarak bu kriz beş temel alanda rejimin sınırlarını zorluyor: meşruiyet, liderlik, anlatı, ekonomi ve toplumsal mobilizasyon.

Meşruiyet

Yirmi yılı aşkın bir süredir iktidar, siyasal meşruiyetini büyük ölçüde seçimlerden aldı. Seçim meşruiyeti, popülist siyasetinin temel dayanağıydı; kendisini “halkın” yegâne temsilcisi olarak konumlandırmasına imkân tanıdı.

Bu temsile dayalı meşruiyet, iktidara bir tür koruma kalkanı sundu. Uluslararası eleştirileri savuşturdu, iç muhalefeti etkisizleştirdi ve derin toplumsal kutuplaşmalara rağmen krizlerle dolu bir ülkeyi yönetilebilir kıldı.

Ancak bugün yaşanan kriz, önceki örneklerden belirgin biçimde ayrılıyor. Geçmişteki krizler genellikle seçilmiş bir iktidar ile yargıçlar, askerler ya da protestocular gibi seçilmemiş aktörler arasında yaşanmıştı. Oysa bu kez kriz, doğrudan “halkı” temsil etme iddiasında bulunan iki seçilmiş aktör arasında şekilleniyor.

Daha da önemlisi, Türkiye'yi pek çok benzeri rejimden ayıran temel unsur, olağanüstü kutuplaşmış siyasal ortamda bile iktidar değişiminin sandık yoluyla mümkün olduğu inancıydı. Partiler üzerinden siyasal rekabetin tüm asimetrik kaynaklara rağmen korunabiliyor olmasıydı. Demokratik kurumların ve sivil alanın zayıfladığı bir bağlamda bu inanç, sistemi ayakta tutan en temel dayanak olurken, iktidara dolaylı bir rıza kaynağı olarak işlevi görüyordu.

Ancak son bir haftada yaşanan gelişmeler, muhalif seçmen açısından seçim rekabetinin hâlâ anlamlı olduğuna dair inancı sarstı. Bu kurucu tuğlayı yerinden oynatmak, son yirmi yıldır ülkenin siyasal dengesini ayakta tutan çerçevenin ağır bir darbe alması anlamına geliyor.

Liderlik

Bu dönemi önceki krizlerden ayıran bir diğer önemli unsur ise bir liderin varlığı. 2013’teki Gezi Parkı protestolarında ortak bir lider figürünün, kurumsal taleplerin ya da muhalefet içi koordinasyonun yokluğu bu hareketin kalıcılığını, sürdürülebilirliğini ve dolayısıyla uzun vadeli etkisini sınırlamıştı.

Muhalefet içindeki liderlik krizi, kurumsal siyaset alanında da uzun süredir kendini gösteriyordu. Bu kriz, 2014 seçimlerinde CHP ve MHP'nin çatı aday olarak gösterdiği Ekmeleddin İhsanoğlu, 2018 seçimlerinde Abdullah Gül ismi etrafında yaşanan tartışmalar ve ardından Muharrem İnce’nin adaylığı, son olarak da 2023’te Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı etrafında kristalize oldu. Ve hiçbir zaman kalıcı bir biçimde çözülemedi.

İronik bir şekilde, İmamoğlu’nun tutuklanması, muhalefetin uzun süredir devam eden ve İmamoğlu bütün bunlar yaşanmadan CHP adayı olsaydı bile çok kolay bir biçimde çözülemeyecek liderlik krizini çözmüş oldu.

Bu adım, her şeyden önce, cumhurbaşkanlığı adaylığı etrafındaki muhalefet içi rekabeti ve belirsizliği ortadan kaldırdı. İmamoğlu’nun tutuklanmasına karar verilen gün yapılan ön seçimlerde CHP verilerine göre 15 milyon kişi oy kullandı. Hem Türkiye’de hem de dünya genelinde ön seçim tarihinde benzeri görülmemiş bu sayı, aynı zamanda CHP’nin 2023 genel seçimlerinde aldığı toplam oyu aşıyordu. İster cezaevinde olsun ister özgür, bu seçimli toplumsal destek İmamoğlu’nu fiilen ortak aday haline getirdi. İmamoğlu hoşnutsuzluğuna dayanan CHP içi itirazları sessizleştirdi.

2023 seçimlerinin ardından Altılı Masa’nın eski bileşenlerinden bazı isimlerin iktidar cephesine yönelmesi ve İYİ Parti ile yerel seçimler sürecinden bu yana süregelen gerilim, muhalefet ortaklığını zayıflatıyordu. 2024 yerel seçimlerine tek başına giren ve buradan güçlü çıkan CHP, bu süreçte başka aktörlerle ittifak kurma ihtiyacı olmadığı yönünde bir siyasal özgüven de geliştirmişti. Muhalefet cephesinde bozulan koordinasyon (ve duygu birlikteliği) son bir haftada Saraçhane gibi sembolik anlam kazanmış mekânlar üzerinden yeniden tesis edilmeye başlandı.

Son olarak bu kritik eşik İmamoğlu ile seçmen arasında güçlü bir duygusal bağ yarattı. Erdoğan’ın kendi seçmeniyle kurduğu bağ büyük ölçüde duygusal siyasetteki ustalığından ve de kendi seçmeninin onun haksızlığa uğrayan bir lider olduğuna dair derin inancından kaynaklanmaktaydı. Bu inanç başına gelen krizlerden her seferinde daha da güçlenerek çıkmasını sağladı; onun mücadelesiyle duygusal olarak özdeşleşen seçmenler her seferinde onu anladı.

Nitekim özellikle Ortadoğu’ya dair siyasal analizlerde sıklıkla vurgulandığı gibi siyasal alanın daraldığı, toplumsal güvenin düşük olduğu, medya ve ifade özgürlüğünün ciddi biçimde sınırlandığı bir ortamda, siyasal aktörlerin maruz kaldığı baskı ve özellikle tutuklama gibi seçmen vicdanını yaralayan eylemler, seçmen açısından liderle kurduğu ilişkide bir tür "sahicilik testi" işlevi görüyor ve seçmen sadakatini artırıyordu. İmamoğlu imajı da benzer bir biçimde, şu son bir haftada, (sadece kendi seçmeni açısından bile olsa) pragmatik bir icraatçıdan haksızlığa uğramış bir demokratik lidere dönüştü.

Anlatı

İktidarın önceki krizlerden güçlü çıkmasını sağlayan sadece baskı değil, aynı zamanda üç temel hat üzerine kurulu bir anlatı üzerinden siyaseti şekillendirme gücüydü.

Birincisi, kendisini dürüst, dindar ve “seküler elitin yozlaşmasından” uzak mütevazı ve dışlanmışların partisi olarak sundu. Aşağıdakilerin sesi olduğunu vurguladı. İkincisi, muhafazakarlar ve sekülerler arasındaki kültürel farkı siyasi kimliğe dönüştürdü. Üçüncüsü, Türkiye’nin ontolojik güvenlik kaygılarını da kullanarak son on yılda ciddi bir güvenlikçi anlatı oluşturdu ve 2015’den sonra da Kürt hareketi ile herhangi bir işbirliğini suç haline getirdi.

Bu üç anlatı da şu an geçmişte olduğu gibi işlemeyecekti:

2024 yerel seçimlerinin gösterdiği gibi iktidarın muhafazakâr kaleleri bile artan yaşam maliyetlerinden, kurumların çürümesinden, yolsuzluktan mutsuzdu. Artık sadece büyük kentlerde değil, pek çok muhafazakâr ilde dahi iktidar partisinin aşağıdakilerin partisi olduğu hissi ve ekonomik olarak becerikli olduğu imajı geri döndürülemeyecek kadar aşınmıştı. Dolayısıyla onlarca yolsuzluk soruşturmasının pas geçildiği bir durumda İmamoğlu hakkında yürütülen dava süreci, seçmende ciddi bir karşılık bulmayacaktı (İlk araştırmalara göre seçmenin yaklaşık yüzde 60’ı dava sürecini desteklemediğini, yüzde 20 fikri olmadığını söylüyor, bu süreci desteklediğini söyleyen seçmen oranı ise yüzde 20.)

İkincisi, iktidar kutuplaşmayı artık eskisi kadar etkili bir araç olarak kullanamıyordu. Bu durum muhalefetin ideolojik ve kimlik farklarını aşan koalisyon stratejileri benimsemesiyle 2019 yerel seçimlerinden beri ciddi ölçüde değişmişti. Mesele artık seküler ve muhafazakâr kutuplaşması değil, iyi yönetim arzusuydu.

Son olarak, iktidarın CHP’yi hedefine koyarken müzakere sürecini yeniden başlatmaya yönelik adımlar atması, hem söylemsel bir tutarsızlık yarattı hem de farklı seçmen gruplarında kafa karışıklığına yol açtı. İmamoğlu’na yönelik dava süreci ve sonrasında yaşananlar, demokratik duyarlılığı kamuoyu yoklamalarında tüm seçmen grupları arasında en yüksek olan Kürt seçmen açısından sürece olan güveni zedeledi. Aynı zamanda, müzakere iktidarın bu tutumunu “ödün” olarak gören milliyetçi seçmen cephesinde de tepki yarattı.

Ekonomi

Türkiye’nin yaşadığı bu son kriz, aynı zamanda refah odaklı toplum sözleşmesinin çözüldüğü döneme denk geldi. İktidar ilk yıllarında ekonomik büyüme, refah artışı ve toplumsal yukarı hareketlilik vaatleriyle şekillendirdiği bir meşruiyet zemini inşa etmişti. Bu zemin, uzun süre hem siyasal rızayı hem de toplumsal istikrarı besledi. Ancak derinleşen ekonomik krizle birlikte bu sözleşme aşınmaya başladı, toplumsal tabanda yarattığı rıza kapasitesi ciddi biçimde zayıfladı.

Bu yönüyle Türkiye, otoriterlik içinde refah temelli meşruiyet stratejileri izleyen modellerden -örneğin Rusya’dan- ayrışıyordu.

Rusya’da rejim, seçimsel meşruiyetten bağımsız olarak, ekonomik yeniden dağıtım mekanizmaları üzerinden toplumsal rızayı sürdürebiliyor; savaş koşullarında dahi asgari ücret ve emekli maaşlarında artış sağlayabiliyordu. Oysa Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik kriz (ve Rusya gibi doğal kaynaklara sahip olmaması) iktidarın yeniden dağıtım kapasitesini ciddi biçimde sınırlandırmaktaydı.

Mobilizasyon

Rekabetçi otoriter rejimlerde siyasal mobilizasyon, çoğu zaman seçim süreçleri etrafında şekillenir. Bu rejimlerde seçimler, yalnızca yönetenlerin meşruiyetini yeniden üretmekle kalmaz; aynı zamanda muhalefeti sistem içinde tutan ve sınırlayan bir araç olarak da işlev görür. Bu nedenle muhalif aktörlerin mobilizasyon stratejileri genellikle seçim dönemlerine sıkışır; mitingler, kampanyalar, gönüllü örgütlenmeler, müşahit seferberlikleri ve sandık güvenliği gibi faaliyetler etrafında örgütlenir.

Bunce ve Wolchik’in post-Sovyet ve Doğu Avrupa örneklerinden hareketle gösterdiği gibi, seçimlerin adil ve serbest olmadığına dair kanaatin güçlendiği, iktidarın her koşulda kazanacağına dair seçmen algısının pekiştiği anlar seçim dışı katılım biçimlerinin -protestolar, kitlesel yürüyüşler, sivil itaatsizlik- güçlendiği anlardır.

Türkiye’de de şu an benzer bir dinamik var. Uzun süredir enerjisini seçim süreçlerine yönlendiren muhalefet açısından, sokak mobilizasyonunun yükselmesi, büyük ölçüde seçimle siyasal değişimin mümkün olduğuna dair toplumsal inancın zayıflamasıyla bağlantılı görünüyor.

Burada altını çizmek isterim ki şu son bir haftada Türkiye'nin yalnızca büyükşehirlerinde değil, küçük ve muhafazakâr olarak bilinen pek çok kentinde de sokaklara çıkılması, siyasal mobilizasyon açısından son derece dikkat çekici bir gelişme. Bu tür yerel ve tabandan gelen hareketlilikler, yalnızca anlık tepki olarak kalmaz; sönümlendiklerinde dahi uzun vadede seçmen davranışlarını dönüştüren ve siyasal partileri yeniden konumlandıran etkiler yaratır.

Sırada ne var?

Kritik eşikler daha iyi sonuçları garanti etmez; her zaman demokratik bir yenilenme ile sonuçlanmaz. Ancak ucu hemen görünmese bile, tıkanmış siyasal yolları yeniden açabilir ve siyasal dönüşüm için nadir bulunan fırsat alanları yaratabilir.

Türkiye şu anda tam da böyle bir anda duruyor. Muhalefet cephesinin karşı karşıya olduğu risk yalnızca bu kritik eşiğin açtığı fırsat penceresinin kapanması değil, bu pencerenin çok daha büyük bir baskı iklimi yaratarak kapanması. Ancak tam da bu varoluşsal kaygı farklı aktörleri bir araya getiriyor ve toplumun farklı aktörlerin birlikteliğinin toplamını aşan bir tepki vermesine neden oluyor.

Buna rağmen siyasal sistem, güçler dengesi açısından hâlâ belirgin bir asimetriye sahip. İktidarın, yargı, güvenlik güçleri ve medyanın büyük bölümü üzerinde doğrudan ya da dolaylı kontrolü var. Üstelik, jeopolitiğin artık iktidarın lehine işlediği ve uluslararası aktörlerin demokrasiye öncelik vermediği inancıyla, olan bitenin karşılıksız kalacağına dair içi hiç de boş olmayan bir inanç var (ama burada her iktidarın önce içeriyi ikna etmesi gerektiğini ve eski dünyadan farklı olarak içeriyi ikna etmek için uluslararası aktörlerin desteğinin artık çok da önemli olmadığının, hatta ters tepebileceğinin altını çizeyim.)

Son olarak iktidar, zamanın kendi lehlerine çalıştığını düşünüyor. Yakın gelecekte seçim olmaması nedeniyle halkın öfkesinin zamanla dineceğini, muhalefetin bölüneceğini ve bu durumun yerini kabullenmeye ya da unutkanlığa bırakacağını öngörüyor.

Şöyle bitireyim; bu kritik eşikteki kritik soru şu: iktidara yönelik toplumsal tepki sürebilecek mi ve rejimin baskı kapasitesi, rızasını büyük ölçüde geri çeken (ve baskının dozunun artması ile giderek daha da fazla geri çekecek) bir topluma ne kadar dayanabilecek?