Başat ortak gündem zorlukları olarak “süreç” ve “seçim”
Türkiye’de siyaset gündemi her zaman parçalı oldu. Uzun süredir ortak bir gündemden bahsetmek hiç mümkün olmuyor. Sonu gelmeyen “gerçek gündem” ve “sahte gündem” tartışmaları da bu tablonun sonucu. Siyaset profesyonelleri, medya ve seçmen grupları, konuştukları ve konuşulmasını istedikleri başlıklarda sık sık ayrışıyor. İktidar ve muhalefet bloklarının gündemleri birbirine bazen yakınlaşsa bile, kopuş çok daha belirgin ve ölçüsüz. Bu durum, sanki başka ülkelerde, başka deneyimler ve önceliklerle konuşan, ilişkisiz ve birbirine kapalı farklı toplumlar yaratıyor. Bırakın görüş farklarını, aynı isimlendirmelerle aynı konuyu konuşuyor olduklarını düşünmek bile zor. Hem başka başka başlıkları asıl gündem olarak konuşuyorlar hem aynı başlığı bambaşka biçimde ele alıyorlar. Bu ayrışma, kutuplaşma engelinden veya kültürel-ideolojik barajlardan çok daha etkili. Çünkü kültürel barajları, ortak sorunlar ve bağlamlarla aşmak mümkünken, başka ülkelerde yaşar gibi ayrışan gündemler ve “tecrübeler”, düşünme sistematiğini bozarak kanaat-karar süreçlerini katılaştırıyor. Aynı sorunu bambaşka şeylermiş gibi konuşabilen veya aynı kanaatten bambaşka kararlar çıkarabilen öbekler oluşuyor. Son günlerde siyasal gündemin iki ana ekseni “süreç” ve “seçim” de, birbiriyle hızla ilişkilenmesi beklenirken giderek birbirinden çok daha uzağa sürükleniyor. Ayrıca her başlığın altında açılan tartışmalar çok farklı bağlamlara yerleştiriliyor. Elbette “süreci” bütün dış politik gelişmeler ve anayasa tartışmalarıyla, “seçimi” ise İmamoğlu’nun yürüyüşü ve iktidarın yargı eliyle siyasi dizayn çabalarıyla birlikte düşünmek gerek.
“Süreç” gündemi, özellikle Suriye sahasındaki son gelişmelerle fazlasıyla hareketlendi. HTŞ ve SDG arasındaki anlaşma, -kim nasıl tarif ederse etsin- sadece verilen fotoğraf itibarıyla bile yeni ve önemli bir durum. “Suriye’nin Öcalan çağrısına dahil olup olmadığı” meselesine, anlaşmaya verilen tepkiler üzerinden bakınca, hem gündem ayrışmasının derinleştiği görülüyor hem de yeni bir evrenin başladığı anlaşılıyor. İktidarın iç kamuoyuna “teslim oldular” diye sunduğu durum, muhalefetin sürece aşırı mesafeli sözcülerinde “ABD’nin dediği oldu” diye tarif ediliyor. Dolayısıyla iki durum da yeni bir aşamaya geçildiği iddiasında buluşuyor aslında. Diğer taraftan, Demirtaş gibi genel kamuoyu nezdinde “itibarlı” aktörler, “barış” teması üzerinden daha aktif hale gelmeye başladı. Ancak bütün bu gelişmeler, gündemi ortaklaştırmaktan ziyade pozisyonları sertleştiren etkiler üretebiliyor. Aslında kimsenin itiraz edemeyeceği “barış” kavramı bile birileri tarafından “lüzumsuz dayatma” muamelesi görebiliyor. “Barışa destek vermek”, “ben kimseyle kavga etmedim ki barışayım” gibi cevaplarla karşılanıyor. Elbette yapılıp edilenleri -ne pahasına olursa olsun- iyimser yorumlamak için, sanki otoriterler yumuşamaya mecbur bırakılmış, bırakılırmış gibi göstermek de sıkıntılı. “Sürecin” niyetini sorgulamanın -fazla sorunlu bir genellemeyle- “savaş destekçiliği” olarak etiketlenmesine de sık rastlanıyor.
Mecburiyetlerin çizdiği Suriye resmi
Suriye tablosu ve HTŞ-SDG anlaşmasıyla ilgili tartışmalar, -“sürecin” her aşamasında görüldüğü gibi- yine “mecburiyetler” üzerine şekilleniyor. ABD’nin “asıl ikna edici olduğu” konusunda genel bir mutabakat olmakla birlikte, kimin bu hamleye mecbur kaldığı hala tartışmalı. Bilindiği gibi “sürecin” gerekçesi konusunda da, karşı tarafın mecbur kaldığı hatta başka seçeceği olmadığı iddiası en güçlü ikna argümanıydı. Bu ikna çabasının önceliği, daha çok kendi taraflarındaki muhtemel kafa karışıklığını ve dağınıklığı önlemek ya da davranışlara meşruiyet yaratmak yönünde. Kürtler, hem Türkiye’de hem Suriye’de devletin veya iktidarın bölgesel ve küresel endişelerle kendilerine müracaat etmek zorunda kaldığını söylüyor. Devletler ve iktidarlar da, çıkış yolu kalmamış “örgütlerin” açılan bu tek kapıyı kullanmak zorunda olduğunu anlatıyor. İki zıt uçtaki bu çıkarımların, Suriye’deki anlaşmadan memnun kalması ise hala kendisini doğrudan taraf görmeyenler nezdinde şüphe ve tereddütleri artırıyor. Suriye’de özerk yönetimin engellendiği iddiası ve Irak’tan sonra Suriye’de de Kürtlere statü sağlanmasının “büyük komployla” bağı eş zamanlı olarak ileri sürülüyor. Birileri çok emin şekilde “bölünmeyi önledik” derken diğerleri “bölünme garantilendi” fikrinde. Tıpkı, Kürt olmayan süreç destekçilerinin, otoriterliğin sonuna gelindiğinden, gelebileceğinden bahsederken, sürece tepkili muhalefet çevrelerinin Kürtleri veya devleti “yılana sarılmakla” suçlamasında olduğu gibi.
ortak gündem zorlukları
Kemal Can yazdı: “Ortak gündem” zorlukları
Özetle süreç gündemi, hala bütün Türkiye’nin ana meselesi olamadı ve dikkatten kaçırılamayacak önemli gelişmelerin zorlaması bile bu durumu değiştirmiyor. Gündemi değerlendirirken kurulan bağlam ve paradigma farkları, neredeyse bambaşka şeylerden bahsediliyormuş gibi bir içerik ayrışmasına götürüyor. Farklı bakış açılarıyla gelişmelerin tartışılması değil bu. İçerikte olduğu gibi hız ve ritimde de benzer bir kopma yaşanıyor. Bahçeli, sağlık sorunları nedeniyle telefon görüşmeleriyle süreci domine ederken, Erdoğan’ın İmralı heyetiyle görüşmeye yeşil ışık yakması, “süreçte” hareketlenme beklentisini artırdı. “Demir tavında dövülür” diye düşünenler artsa da; Erdoğan’ın temsil ettiği iktidar cephesinin, bu konuda hevesi ve acelesi artmış görünmüyor. Suriye ve SDG meselesini Şam’ın üzerine bırakıp, İsrail ve ABD ile bozuşmadan ilerleme tercihinde de değişiklik yok gibi. Bu yüzden süreci hızlandırması beklenen bazı gelişmelerin, -“ olanları sindirmek için”- bir süre beklemeye neden olması pekala mümkün. Sürecin doğrudan tarafı olanlarla, sürecin yanında veya karşısında olan “dolaylı aktörlerin”, hızdaki istek ve beklentileri farklılaşıyor. Eğer mecburiyetler belirleyiciyse, bazı şaşırtıcı hamlelerin çok hızlı olmasına karşın nihai ve geri dönülmez sonuçların çok daha ağır işlemesi gayet normal.
İmamoğlu kuşatmasının gidişatı
Öteki Türkiye’nin diğer gündemine dönersek, İmamoğlu’nun başlattığı adaylık ve seçim süreci ile iktidarın baskı ve abluka performansı da, bütün ülkenin ortak gündemi haline gelmiş gibi görünmüyor. İmamoğlu, yoğunlaştırdığı gezi ve toplantı trafiğinde dikkat çekici bir hareketlilik yaratmaya niyetli görünüyor. İmamoğlu’nun dilinin de daha hedefe dönük bir içerik kazandığı anlaşılıyor. Önseçim sonrasında hızlanacak bir kampanyayla belki etki alanı biraz daha genişleyecektir. Ekonomik sıkıntılar ve baskı atmosferi hakkında genel kamuoyunun “bu gündemden” haberdar olma konusunda bir eksiği zaten yok. Pek çok alanda hukuksuzluk, adaletsizlik, mesnetsizlik yanında artık mantık sınırını aşmış iktidar taarruzlarının, muhalefet oylarında bir düşüş yaratmadığını, aksine kazandırdığını gösteren anketler bu gerçeği destekliyor. Muhalefet medyasındaki sokak röportajları, siyasetçi demeçleriyle çeşitli alanlardaki sıkıntılara epey geniş yer ayrılıyor. Televizyon yorumcuları ve köşe yazarlarının çarpıcı betimlemeleri hatta sunucuların bile her bültende uzunca kanaat tiratları atmaları, sadık izleyicileri doyuracak seviyenin hayli üstünde. Fakat bütün bu gayretin yaratabildiği genel etkiden memnun kalmayanlar yine en (sağdık) sağlam ana çekirdektekiler. Artık pürüzsüz bir galibiyet isteyen seçmen daha fazlasını isterken, profesyoneller “daha ne yapalım?” havasında.
İmamoğlu kumpaslarının en saçması olan “diploma krizi”, bugünlerin en çok konuşulan konusu oluverdi. Hem iktidar hem muhalefet medyasındaki “kulis canavarları”, bu konudan bir “sonuç” çıkması ihtimalinde çok ısrarlı. Eğer böyle bir gelişme olacaksa, diğer soruşturmalar gibi zamana yayılmayacağı da söyleniyor. Diğer yandan Esenyurt ve “kent uzlaşısı” soruşturmalarına, İstanbul’daki birkaç belediyeyi içeren DHKP-C operasyonu eklendi. Eski Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç tutuklandı. Beşiktaş, Beykoz gibi ilçe belediyelerindeki yolsuzluk soruşturmalarının genişleyeceği anlatılıyor. Yine İmamoğlu’nun verdiği bilgilere göre, yakın çevresinden bazı insanların hesaplarını bloke etme gibi hamleler yapılmış. Yani büyük-küçük demeden, “heybedeki turplar” zorlaması bütün hızıyla devam ediyor. Hemen hepsi yargı eliyle yürütülen bu hamlelerin yarattığı gündem, öylesine saçma ve göze sokulacak biçimde kişiselleştirildiği için, bütün memleketin yaşadığı ortak bir hukuksuzluk sorununun parçası haline gelemiyor. Evet anketlerin ekseriyetinde, kamuoyunun çoğunluğunun bu hamleleri haksız bulduğu hatta karşı olduğu görülüyor. Yani oy verme tercihi veya siyasi mensubiyet, yapılan her şeye destek verme anlamına gelmiyor. Ancak adalet, özgürlük gibi konularda herhangi birine yapılanın haksızlığın, herkesin sorunu olduğu gibi bir ortaklaşma oluşmuyor. Neden-sonuç ilişkisinin bozulması, kanaat-karar sürecini de etkiliyor. Aslında benzer bir durumu ekonomi meselesinde de görüyoruz.
Gündem ayrışması kime yarıyor?
İmamoğlu kuşatmasının aşırı kişisel ve ölçüsüz görünmesi (gösterilebilmesi), CHP’nin sıkça başvurduğu gibi, “İmamoğlu’ndan nasıl da korkuyorlar” fikrini beslemesi açısından belki verimli. Ancak diğer yandan iktidar, İmamoğlu’nu “kişisel” meselelerle hala başı dertte bir aktör olarak lanse edilebiliyor. Endişelerine ve heveslerine gem vuramayanlar ya da bu aktörler üzerinden pozisyon geliştirenleri aktif tutan bu durum, “ortak gündemi” zorlaştırıyor. Bu zorluğu aşmanın formülü olarak sunulan “önseçimin” rahatlatıcı olacağı umuluyor. Ancak özellikle Mansur Yavaş -ve onu işaret eden- cenahın faaliyetleri hiç azalmıyor. İmamoğlu etrafındaki kuşatmanın sonuç yaratan darbelere dönüşme ihtimaline dair kulisler yoğunlaşıyor. İmamoğlu’nun kazanabileceği ya da kazanması gerektiği konusunda tereddütsüz olanların heyecanını daha geniş bir “ortak gündem” haline getirme konusunda alınması gereken ciddi mesafe yerinde duruyor. Muhalefetin 2019’dan itibaren iyice yakınlaştığı kazanma ihtimalinin en önemli sıkıntısı, ne genelde ne de kendi blokunda “ortak gündem” kuramamasıydı. İttifak masalarında resmileştirilmeye çalışılan ortak gündem, kamuoyuna yayılması bir yana masada bile sağlanamadı. Kazanma ihtimali, muhalefet içinde ayrı gündemlerin konusu oldu. Çünkü “ortak gündem”, çarpıcı konu başlıklarıyla üretilmiş bir iletişim formülü veya kaba çıkar anlatılarının rasyonel çıktısı değil. Duygu siyasetinin asli ama bir o kadar da karmaşık unsuru.
İktidarın -özellikle Erdoğan’ın “süreç” için kamuoyu ikna etmekle pek ilgilenmemesi, İmamoğlu’na saldırmanın siyasi destek alamaması (aksine kaybettirmesi), “Suriye fatihi” veya “dünya lideri” hikayesinin henüz satışa sunulamaması, ekonomi başta olmak üzere herhangi bir sorunda hissedilir iyileşme olmaması, acizlik olarak yorumlanıyor. Çözüm ve yönetme kabiliyetini kaybeden iktidarın sonunun geldiği, -yedi senedir olduğu gibi- yine çok dile getiriliyor. Yirmi üç senedir -bunun ağırlıklı kısmında yüzde ellinin altında olarak- iktidarda kalmış bir aktörün veya siyasi kadronun bu hakikati görmediğini veya bilgisi olmadığını düşünmek zor. “Bilseler bile çaresiz oldukları için, bunlara devam ettikleri” de söylenebilir elbette. “Bütün tuşlara basma” teorisi zaten bu varsayıma dayanıyor. Ortak ve etkili bir gündem yaratamamak konusunda iktidarın da ciddi sıkıntı çektiğine hiç şüphe yok. Erdoğan’ın destek çemberi, havasını yaptığı sınırın epey altında ve düşme eğiliminde. Ancak parçalanmış gündem, iktidar için muhalefet kadar büyük sorun oluşturmuyor. Çünkü siyasetin tanziminde siyasi olmayan enstrümanları kullanma imkanı bakımından büyük oransızlık söz konusu. Gerek “süreç” meselesinde, gerek muhalefetin önünün kesilmesi konusunda bu enstrümanların ne kadar etkili olabildiğini görüyoruz. Suriye’den AB’ye uzanan yeni bir hikaye kurmaya kalktığında, gündemi toparlamaya ihtiyacı olacak belki ama şimdilik dağınıklık işine yarıyor. Yakın dönemde ise “ortak gündem” konusunda mesafe alabilenler avantaj yakalayabilir.