Süreç izleme notları III

Öcalan beklenen (tarihi) açıklamasını yaptı ve artık eşik sonrasında olabilecekler konuşulmaya başlandı. Ülkenin hemen her meselesi ama özellikle siyasetinin en belirleyici başlığında çok radikal bir değişiklik, “silah bırakma ve PKK feshi”. Açıkçası -belki biraz da öyle istendiği için- olay kamuoyu gündeminde beklendiği kadar gürültü çıkarmış sayılmaz. Zaten yapılan araştırmalar da hadisenin -şimdilik- seçmen eğilimlerine yansıyan etkileri olmadığı yolunda. Ne iktidarın -Bahçeli dışındaki- resmi sözcüleri ne kararlı iyimserler büyük gürültü çıkarıyor. Erdoğan hala mesafeli, “tarihi eşik” gibi iddialı tanımlamalara rağmen ihtiyat hep bir adım daha önde. Böyle bir açıklama olmayacağı, olsa bile Kandil’den bu çağrıya uyulmayacağını savunanlar bile hala düşüncelerini ve argümanlarını yenileme ihtiyacı duymuyorlar. “Cumhur ittifakına bir ortak daha katıldı” gibi tacizler bile sıradan bir değerlendirme gibi kullanılıyor ama o bile infial yaratmıyor.

Bu kurgulanmış ve yönetilen sakinliğin arka planında ise kulisler, iddialar, endişeler, abartılı yorumlar, yüksek beklentiler, komplolar, basit çözümlemeler, suçlamalar devam ediyor. Tartışmaların kamuoyuna yansıması ve gelişmelere verilen tepki zayıfken, sürecin aktif aktörlerinin bazıları, televizyonların sabit (ve konuk) yorumcuları ve “kanaat önderleri” ise fazla mesaide. Yaşananları beş altı kelimelik “çarpıcı” cümlelerle tarif edebileceklerine inananlar köşeli etiketler üretiyor; böyle cevapların peşini sürenler, onları kullanıyor ve yayıyor. Tanımlamalar ve teşekkürler gibi endişeler ve küçümsemeler de yüksek perdeden. Kamuoyu ile “profesyoneller” arasındaki bu asimetri, kamuoyunun henüz heveskar alıcıya (son müşteriye) dönüşmemesi veya artık kolay gaza gelmemesi olarak görülebilir. Olup biteni anlama çabasının, en azından bekleyerek görme refleksinin galebe çaldığı da düşünülebilir. Anlama çabasına devamla, belirginleşen noktaları ve belirsizlik alanlarına bir daha bakalım.

Çağrı Suriye’ye ulaştı mı?

1- Bahçeli’nin net biçimde tarif ettiği talep, Öcalan tarafından aynı netlikte ve yükseklikte karşılandı. Bu çağrının tarihi ve konjonktürel zaruret olduğu söylenmişti, öyle de gerekçelendirildi. Şartsız ve pazarlıksız olması istenmişti, öyle olduğu beyan edildi. PKK silah bırakma ve fesih talebini yerine getirme konusunda direnç göstermedi. Bu gelişmeler, “bir süreç var mı?” tartışmalarının uzunca süre kullanılan en kuvvetli “şüphe” argümanlarını da ortadan kaldırdı. “Öcalan sahiden böyle bir çağrı yapar mı?” “Kandil bu çağrıya uyar mı?” Artık bu soruların kullanım değeri çok azaldı. Olayın nereye varacağı ayrı konu ama Öcalan, istenen çağrıyı yaptı ve Kandil tamam dedi. Nasıl devam ederse etsin, gelinen nokta ciddi bir sonuç. Elbette söylenenlerle niyet arasında çelişkiyi vurgulayarak şüpheyi canlı tutma gayretleri sürüyor. İktidar tarafından “biz sonuca bakarız” diyenlerle muhalefetin bazı komplocuları, benzer imalara yaslanıyor: “Dedi ama yapar mı?” Bu alandaki en verimli gerekçe ise Suriye, SDG (PYD-YPG) meselesi.

2- Öcalan açıklamasının hemen ardından SDG’den ve bazı DEM sözcülerinden gelen, “çağrı Suriye’yi kapsamıyor” açıklamaları, en ciddi belirsizlik alanını işaret ediyor: Suriye. Sürecin en başında “neden şimdi?” sorularının cevabı, çoğunlukla  Suriye’de olanlar ve olacaklar üzerinden veriliyordu. Gerek sürece mesafeli hatta ters bakanlar, gerekse sürecin bir mecburiyetten doğduğuna inanan iyimserler, hem gerekçesi hem varacağı nokta açısından Suriye’nin anahtar mesele olduğunda hemfikirdi. Büyük emperyalist komplo ya da Türkiye’nin güvenlik paradigmasının değişmesi (yanlışın görülmesi) gibi zıt uçlardaki değerlendirmeler, Suriye ile ilişkilendiriliyordu. Oysa şimdi olabilecekler bahsinde kimse Suriye üzerine pek konuşmaya yanaşmıyor. İç politik gelişmeler konusunda çok aceleci öngörüler, tahminler, temenniler boşlukta uçuşurken, kimse Suriye değerlendirmelerini tazelemiyor. Bunun maksatlı tarafları olduğunu düşünmek belki yanlış olmaz ama bir de “elde olmayan” sebepleri var sanki.

3- Suriye’de kimilerine göre başından itibaren bilinen ve hazırlanan, kimilerine göre hiç tahmin edilemeyen, kimilerine göre ise hızı ve kapsamı kestirilemeyen bir durum yaşanmış ve HTŞ Şam’ın kontrolünü ele almıştı. Türkiye bu gelişme sonrasında, SDG meselesini -kendi taleplerine uygun biçimde yola koymak üzere- yeni Şam yönetimine devretti. Bu devir hem batı hem HTŞ açısından ülkenin doğusunda yeni bir askeri hareketlilik istenmemesiyle uyumluydu, hem de Türkiye’nin elini de rahatlatıyordu. SDG temsilcileri de konuyu HTŞ ile çözmek, orduya katılım, sınır denetimi gibi konuları müzakereye açık olduklarını söylemişlerdi. Ancak Suriye, iktidar değişiminin yaşandığı hızda ve yönde düz bir seyir izlemiyor. Doğrudan taraf haline gelen -başta İsrail gibi- aktörlerin agresif tutumu dengeyi zorluyor. İsrail’in alandaki ağırlığını artırması, Dürzi’lerin entegrasyonu direnecek olması ve son olarak Lazkiye ve Tartus’ta başlayan ve yayılma eğilimdeki Alevi katliamı gibi gelişmeler, elbette ülkenin doğusunu da etkileyecek. Nitekim SDG, bir taraftan çoğulculuk ve çeşitlilik vurgusunu artırırken savunma önceliklerini tazeleyen bir dile yöneldi.

Sıcak patates: Pazarlık ve müzakere

4- Öcalan mektubunun canlı yayınının hemen peşine Sırrı Süreyya Önder’in eklediği “demokratik ve hukuki zemin gereği” dipnotu, sürecin en spekülatif alanı. İyimserler, endişelileri tedirgin etmemek ve şaibe yaratmamak için pazarlık ve müzakere yerine “gerekler” kavramını kullanıyor. İktidar tarafında ise daha keskin bir inkarın tek açık kapısı, silahların teslimi ve fesih için lüzumlu düzenlemeler. Maksatlı olarak muğlak bırakılan bu alan, “peki ne aldılar” ya da “ne verecekler” sorularını popülerleştiriyor. Kürt siyaseti, süreç heyeti ve DEM sözcüleri, hem kendi tabanlarını yatıştırmak için hem sürece desteği genişletmek için, farklı dozlarda “ölçülü” bir beklenti düzeyi tutturmaya, en azından “hayal gücünü” öldürmemeye çalışıyor. Çünkü açıkça bir pazarlık etiketi ne kadar zararlıysa, koşulsuz ve karşılıksız teslimiyet görüntüsü de o ölçüde sıkıntılı. İktidar ve özellikle Erdoğan (AKP) hattında ise durum tam tersi. İyimser beklenti alıştırmalarına bile iyi gözle bakılmıyor. (Bahçeli ve telefon diplomasisinde dile getirdikleri yine istisna)

5- Süreç fikri şaşırtıcı biçimde ortaya atıldığında, “neden şimdi” ve “neden bu aktörlerle” sorularına çok popülerdi. Bunun sadece basit ihtiyaçlara dönük, tanıdık bir iletişim taktiği olabileceği fikri revaçtaydı. Ancak hadisenin kapsamı ve karmaşası düşünüldüğünde, sadece kamuoyu algısına dönük bir rol paylaşımı olamayacağını düşünmek daha akla yakın. Çünkü böyle yüksek bir seviyeden açılışın Bahçeli’den gelmesi, bunun “devlet inisiyatifi” olarak tarif edilmesi, “bir sürecin olmayacağının kanıtı” değil, tam tersine bir sürecin zaten başlamış olduğunun göstergesiydi. Ayrıca sürecin devamında kamuoyu algısı, siyasi destek gibi konuların son derece tali olduğu net biçimde görüldü. Kimsenin ikna konusunda fazla derdi yok. Diğer taraftan Bahçeli’nin sürecin iyimserliğini taşımakta yalnız bırakılan DEM’e desteği, iktidar -özellikle Erdoğan/Bahçeli- cenahındaki tavır, niyet, ritim, üslup gibi açı farklarının azalmayıp arttığını gösteriyor. Bahçeli’nin tutumunun, Erdoğan’ı bir yöne doğru itip cesaretlendirmekten, “mecbur bırakmaya” doğru evrildiği bile düşünülebilir. Bahçeli’nin sürecin ilk dönemlerinde CHP’yi dışarda tutma tavrını yumuşattığı ve Erdoğan’ın CHP taarruzlarına aktif katılıma ara verdiği izlenimi var.

Kim hangi boşluğa düşecek?

6- Sürecin nereye ilerleyeceği hakkındaki yorumların iyimserlik cephesinde, “zorunluluk”, “otomatik sonuç”, “doğal gelişme” gibi kavramlara fazlasıyla yer veriliyor. Silahların vesayetinin azalmasının hatta kalkmasının otomatik sonuçlarıyla ilgili beklentiler, sürecin işlemesi için yapılacak hukuki düzenlemelerin ve “gereklerin” yönüyle ilgili öngörüler, zorunlu bir siyasi alan genişlemesi varsayımına yol açıyor. Bu konuda sık başvurulan argümanlardan biri, “terörsüz Türkiye”nin otoriterliğe ve güvenlikçi politikalara mesnet bulmayı zorlaştıracağı. Ancak devlet “güvenlik” ihtiyacını ve “tehdit algısını” tazelemekte son derece mahirdir, hukuki ve mantıksal dayanaklara da sanıldığı kadar çok ihtiyaç duymaz. Zaten Bahçeli’nin bu süreci daha başlangıçta, “yaklaşan tehlikelere karşı, iç cepheyi sağlamlaştırma” amacına bağlanmış olduğunu unutmayalım. Dolayısıyla savaşı olduğu gibi barışı da bir güvenlik meselesi olarak sunmak hiç de zor olmaz. Ayrıca son senelerde gördüğümüz baskı hamlelerinin niteliği ve dünyanın yönü, böylesi mesnet ihtiyacının artık hiç kalmadığını düşündürüyor. 

7- Diğer aktörlerin özellikle de CHP’nin süreçte alabileceği rol hususunda, çeşitli çevrelerin farklı yönde tazyikler var. Kürt meselesi ile demokrasi ilişkisini daha sağlam bir zeminde buluşturarak, Kürtleri Erdoğan’ın eline bırakmamak konusunda çeşitli çabalar görülüyor. Ancak asıl gerilim, Öcalan çağrısından sonra iyimserliği artırmak için yapılan abartılı açıklamaların yarattığı atmosferde, “Cumhur ittifakının yeni ortağı” suçlamasının daha kolay kullanılır olmasından kaynaklanıyor. Muhalefet cephesinde, başkalarını iktidar destekçisi olarak suçlayarak veya böyle bir etiketleme tehdidiyle taraftar artırılabileceği veya safları sıkılaştırmanın mümkün olduğunu düşünenler var. Bu tarzı en etkili kullanan ve muhalefet kamuoyuna bulaştıran isimlerin birçoğu şimdilerde AKP sıralarında oturuyor veya etkili makamları dolduruyor. Bu negatif motivasyon virüsü, sanıldığı kadar güçlü bir yapıştırıcı değil hatta karşı taraftaki pragmatik veya ideolojik uzaklık tepkilerine bahane temin ediyor.

Süreç izleme notları 

Kemal Can yazdı: Süreç izleme notları III

“Sonuç” yerine kısa bir özet

Yukarıda sıraladığımız maddelere başkalarını eklemek elbette mümkün. Netleşen noktalar ve belirsizliği artan alanlardaki yüksek hareketlilik, önümüzdeki günlerde de devam edecek. Ancak hiçbir şeyin artık aynı kalmayacağı bazı eşikler, şimdiden geçilmiş durumda. Daha önceki -çözüme varmayan- süreçlerde de hiçbir netice doğmadığı doğru değil ama bu sefer bazı noktalardan dönüş daha zor ya da en azından aynı noktaya dönmek kolay değil. Sürecin en önemli hatta bazılarına göre asıl gerekçesi Suriye ise hesaplı bir kapalılıktan ziyade, öngörülemez dinamikler yüzünden kapağı kaldırılmamış dosya olarak duruyor. Fırsat-risk pencereleri sürekli değişiyor. Bahçeli ve Erdoğan yaklaşımları arasındaki “farkın”, bir kurgu olarak devam ettirilmesinin mantıklı açıklamasını bulmak artık daha güç. Buna karşılık Bahçeli’nin -sağlık sorunlarına rağmen- aktif tutumu, farkı azaltmak yerine altını çizme gibi görülebilir. Sürecin otoriter paradigmayı değiştirmesi ihtimali kadar güçlendirme olasılığı da gayet kuvvetli. Muhalefetin Kürtleri rencide ederek safta tutma yaklaşımı ise pek akıl işi değil.

Son olarak, muhalefet blokunun geleceği konusunu da yakından ilgilendiren, sürecin eninde sonunda anayasa tartışmalarına bağlanacağı değerlendirmesine değinelim. Bu gayet haklı bir öngörü, zaten söz konusu bağlantıyı saklayan da yok. Ancak hala cevapsız olan, meclis aritmetiğinde bulunacak basit çözümün Erdoğan’ın yeniden seçilmesini nasıl garanti altına alacağı? İddia, bazı hukuki düzenlemeler ve “haklar” karşılığında DEM partinin Cumhur İttifakı’nın sayısal eksiğini tamamlayacağı. Ancak verilecek tavizlerin, Erdoğan’ın seçimsiz biçimde sürekli başkanlığını tescil edecek bir anayasa değişikliğine “evet” dedirtmesi fazla fantastik iddia. Eğer yine de bir seçim söz konusu olacaksa, anayasa desteği üçüncü kere aday olma ve yüzde 50+1 koşulundan kurtulma sınırında kalacak demektir. Yeniden aday olma konusunda CHP’nin erken seçim çağrısı zaten bir kapı açtığına göre, bu kadar zahmete değecek olan nedir? Öyleyse sonunda bağlanacağı anayasa tartışmasını da içeren dizayn çalışmasının daha fazla bir şeyler hedefliyor olması gerek. Ancak sürecin kötümserleri, bu konulara akıl yormak yerine, basit hesapları tartışmayı yeterli görüyor.

(*) Süreç izleme notları I- 27 Ekim 2024, Süreç izleme notları II- 29 Aralık 2024