Beklenen an gelmişti. Saatler 17’i gösteriyordu. İstanbul’daki otelin balo salonu hıncahınç doluydu. Kürsüde oturan İmralı Heyeti’nin arkasındaki duvarda Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olarak yazılı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” toplantıyı özetliyordu.
Toplantının yöneticisi Meclis Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’di. Barış umudunun altını çizen güzel bir konuşma yaptıktan sonra sözü Ahmet Türk’e bıraktı. Ahmet Türk çağrı metnini Kürtçe okudu. Sonra Pervin Buldan Türkçesini. Salonda bir alkış koptu. Zılgıtlar çekildi.
Barış çağrısının yaşam boyu müebbet hapse mahkum olan PKK lideri tarafından kaleme alınması, yaşamlarının bir bölümünü Kürt sorunu nedeniyle cezaevinde geçiren, halkın seçtiği belediye başkanlığı görevini yerine getirmesine izin verilmeyen kişiler tarafından okunması, devletin Kürt politikasının çarpıklığını gösteriyor. İnsan ister istemez parti kongrelerinde Öcalan lehine slogan attıkları için tutuklanan Kürt gençlerini ya da yurt dışındaki bir Kürt ile konuştuğu için tutuklanan, yerine kayyım atanan Esenyurt Belediye Başkanı’nı anımsıyor.
İstanbul’daki bir otelin balo salonunda düzenlenen toplantı bir basın toplantısından çok bir törendi. Bu törende bir halkın kimliğinin ileri sürüldüğü, bu kimlikle ve eşit vatandaş olarak tanınmasını kamusal alanda açıkça talep edildiği bir Türkiye görüyorduk.
Çağrı metnine Kandil’den olumlu yanıt geldi. Şimdi PKK’nın kongresini toplayıp çağrı metninde belirtilen hususları uygulaması bekleniyor.
Çağrı metnini sadece silahların bırakılması ve PKK’nın feshedilmesi olarak okumak, geri kalanını görmemek yanlış olur. Çağrı metninin okuması bittikten sonra Öcalan’ın yapılmasını istediği ekleme, silahların bırakılmasıyla demokrasi arasında kurulan bağlantıyı açıkça ortaya koyuyor. Öcalan’ın sözlü olarak eklenmesini istediği ifade şöyle: “Pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.”
Bu ifadenin metinde yer almama nedeni olarak Hükümet’in silahların bırakılmasını bir koşula bağlamamak yolundaki tutumu gösteriliyor. Oysa çağrı metninin temel ekseni demokrasi ve barış. Metnin adı da zaten “barış ve demokrasi”. İkisi arasındaki bağlantı çağrı metninin neredeyse her paragrafında vurgulanıyor. “Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. PKK’nın güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.” “Kimliklere saygı ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.” “Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir... Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.”
Çağrı metninde bu ifadeler yer almasa bile, demokratik bir ortam olmadan barıştan söz etmek olanağı var mı? Demokrasi olmadan barış olabilir mi? Bir yandan seçilmiş belediye başkanları yerine kayyım atayacaksınız, ifade, toplantı özgürlüklerini ortadan kaldıracaksınız, yargı eliyle muhalifleri cezaevine koyup susturacaksınız, ülkede terör ve baskı ortamı yaratacaksınız, öte yandan Kürtlerle barıştan söz edeceksiniz. İktidarın zihin dünyasında bir kompartımanlaşma var. Bir kompartımanda Kürtlerle barış yaparım, başka bir kompartımanda kayyum atarım, muhalifleri cezaevine gönderirim, başka birinde gerekirse Kuzey Suriye’de operasyon yaparım. Her kompartıman bağımsız.
İşte çağrı metni böyle olmadığını söylüyor. Çağrı metninin muhatabı belli. Bir yandan PKK, öbür yandan siyasal iktidar. PKK silah bırakıp kendini feshedecek, siyasal iktidar da demokrasi için gerekli adımları atacak. Bu gerçekleşmezse kalıcı bir barış kurulamaz. PKK ve silahlı mücadele bir sonuç. Bu sonucu doğuran nedenler ortadan kaldırılmazsa, bir süre sonra aynı nedenler aynı sonucu doğurur. Çağrı metni de bunu söylüyor: “PKK... Kürt realitesinin inkarı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur. … PKK’nın güç ve taban bulması demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.”
Sn. Cumhurbaşkanı 28 Şubat günü yaptığı bir konuşmada “Terörsüz Türkiye çabalarında dün itibariyle artık yeni bir safhaya geçilmiştir. … Silah ve terör baskısı ortadan kalkınca doğal olarak siyasetin demokratik alanı daha da genişleyecektir” dedi. İçine girdiğimiz “yeni aşama” yalnızca terörü mü kapsayacak, yoksa bir demokratikleşme de yeni aşamanın bir parçası mı olacak? Demokratikleşme, siyasetin demokratik alanının genişlemesi, mevcut uygulamalarla çelişen bir söylem. Öte yandan Cumhurbaşkanı’nın “demir yumruğumuzu hazır tutuyoruz”, “Devam eden operasyonlarımızı taş üstüne taş, omuz üstünde baş bırakmadan sürdürürüz.” gibi sözleri de var. Bütün bunları nasıl anlamalı?
Sorulması gereken soru şu: AKP iktidarı demokratikleşebilir mi? Bu konuda birinci engel Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yani mevcut anayasa. Demokrasi iktidarın paylaşılmasına, yaygınlaştırılmasına dayanır. Demokrasilerde iktidar yasama organı ile, yerel yönetimlerle, basınla, sivil toplumla paylaşılır. Hepsinin işlevleri farklıdır. Ama işlevlerini yerine getirirken, merkezi iktidarı denetleyerek, eleştirerek, sınırlayarak kendi yetki alanlarındaki iktidarı kullanırlar. Oysa Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi iktidarın paylaşılmasını değil, iktidarın tek bir elde toplanmasını öngörüyor.
Bunun yanında AKP’nin yönetim anlayışı da demokratik bir yönetime izin vermiyor. AKP’nin yönetim anlayışı ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı hedefliyor. Bu anlayışta demokrasiye, hukuk devletine, bireysel hak ve özgürlüklere yer yok. O denli yok ki, 2024 yerel seçimlerden sonra ortaya çıkan, yerelde muhalefet, merkezde Cumhur iktidarı şeklindeki bir tabloyu dahi kabul edemiyor. Kayyımlarla, yargı eliyle, yerelde de iktidarı ele geçirmeye çalışıyor. Muhalefete karşı adeta bir savaş açılmış. İktidarın ürettiği şiddet, barışa giden yolu da tıkıyor.
Bütün bu olumsuz etkenlere karşın Öcalan’ın çağrısı, bunda devletin de onayının bulunması, PKK’nın çağrıya olumlu yanıt vermesi, umut verici gelişmeler. Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nın Kongresi’ni toplayarak silah bırakması bir son değil, bir başlangıç. Kürt sorununun barışçı çözümüne giden bir kapı açıldı. Bu kapıdan geçerek barış ve demokrasi yolunda yürümek gerekir.
Bundan sonra birbirleriyle yakından ilintili iki temel yapısal değişikliğin gerçekleştirilmesine gereksinim var. Birincisi, demokratik bir toplumun inşası. Bu amaçla demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalara son verilmesi, hukuk devletinin, yargı bağımsızlığının sağlanması, temel hak ve özgürlüklere saygılı olunması gerekmekte. Demokrasinin uluslararası kabul gören standartları var. “Yerli ve milli” değil, uluslararası standartlara uygun bir demokratik toplum yaratılmalı. Bunun için gerekli yasal değişiklikler yapılmalı.
İkincisi, Kürt sorununun barışçı çözümüyle ilgili bir müzakere sürecinin başlatılması. Müzakere tarafların bir araya gelip şiddet içermeyen yöntemlerle sorunları çözmeye çalışmaları demek. Bunun için toplumda şiddete son verilmesi, bir barış ortamı yaratılması önemli.
Bir barış sürecinin başlaması toplumu da değiştirir. Toplumsal gerginliği, kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi sona erdirir.
Bu konuda sivil topluma önemli bir rol düşmekte. Sivil toplum, müzakere sürecinin başlaması için bir yandan bir toplumsal talep yaratırken, öbür yandan tarafları, siyasal partileri müzakere masasına oturmaları konusunda ikna edebilir. Barışın inşası ve toplumsallaştırması konusunda sivil toplum kuruluşlarının rolü önemli. Sivil örgütlenmeler, kadın hareketi barışçı çözüm konusunda bir toplumsal mutabakatın ortaya çıkmasında etkili olabilir. Ancak sivil toplum platformlarını örgütleyecek ve bu amaca yöneltecek bir organizasyona gereksinim var.
Müzakereler bakımından en uygun forum TBMM’de kurulacak, bütün siyasal partilerin ve ilgili sivil toplum örgütlerinin katılımına açık bir komisyon kurulması. Böyle bir komisyonun Meclis’te kurulması olanağı bulunmadığı takdirde Meclis dışında kurulması. Bunun yanında, iyi hazırlanmış, Kürt sorununun değişik yönlerinin önceden, ayrı masalarda müzakere edildiği bir Konferans da çözümü kolaylaştırabilir.
Kürt sorununun barışçı çözümü konusunda iki kez başarısızlıkla sonuçlanan deneyimler oldu. 2009 yılında başlayan Oslo süreciyle, 2013-2015 yılları arasındaki çözüm süreci. Her iki süreç de başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra çatışmalar daha şiddetli olarak geri döndü. Bu gibi çözüm süreçlerinde şiddet kapı arkasında bekler. Süreç başarısız olunca ortaya çıkar. Aynı deneyimin üçüncü kez yaşanmasına izin verilmemeli.
Sn. Bahçeli’nin açılımı ve Öcalan’ın çağrısıyla silahlı çatışma dışında bir süreç başlamıştır. Bu sürecin toplumsal mutabakata dayanan demokratik bir çözüme evrilmesini sağlamak, sivil toplum örgütlerinin, siyasal partilerin işi olmalıdır. O nedenle herkesin elini taşın altına koyması, meydanı boş bırakmaması, süreci demokratik bir eksene oturtmaya çalışması gerekir. Meydan boş kaldığı takdirde AKP iktidarının oyun kurucu olması ve sürecin iktidarın dar siyasal hesaplarına hizmet etmesi kaçınılmaz olur.
Bu bir birlikte yaşama deneyimidir. Barış süreci, Türkiye’de toplumun, farklı kimliklere ait insanların, kimliklerini koruyarak eşit biçimde birlikte yaşadığı bir olgunluğa erişip erişmediğini gösterecek. Toplumsal bir sınavdan geçiyoruz.