Devlet yönetiminde iki hukukluluğa doğru

Anayasa’mızın değiştirilemeyen ilk dört maddesi (*) yürürlükte. Ancak devlet yönetimimiz ve vatandaşlarımızın hatırı sayılır bir bölümü gerçek hayatta gündelik yaşantılarını halen bu maddelerle uygunluk içinde sürdürmüyor. Bu tespite Anayasa’mızın Eğitim ve Öğretimle ilgili 5. Maddesini de dahil edebiliriz. (**) Çünkü eğitim ve öğretim, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre yapılmazsaAnayasa’nın değiştirilmesi mümkün olmayan ilk dört maddesinin de içi boşalmış oluyor ve Türkiye laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olmaktan çıkıyor.

Temel değerlerden vazgeçilemez

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını oluşturan temel değerlerine hayat veren laiklik ve demokrasi gibi değerleri koruyan söz konusu maddelerin, değil değiştirilmesi, sırf tartışmaya açılması dahi, vatan olarak bildiğimiz ve bu yıl yüzüncü doğum yıldönümünü idrak ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yok edilmesini ima ediyor. Bir ülkede temel hakları tanzim eden kanunlar, gerçek yaşamda uygulanmayan, değersiz metinler haline gelirse, o ülke süratle bölünme ve kutuplaşmalara doğru savrulur. Barış, huzur, güvenlik kalmaz, yatırım yapılamaz, ekonomik ve sosyal gelişme durur, refahı seviyesi düşer, ülke krizden krize yuvarlanır.

Bugün Cumhuriyetimizi oluşturan toprakların tamamı 100 yıl önce zamanın büyük emperyalist devletlerinin işgalinden, Mustafa Kemal Atatürk’ün siyasi ve askeri önderliğinde, Mehmetçiğin kahramanlığı ve Türk Milletinin, kadın erkek, tamamının katlandığı inanılmaz acılar ve fedakarlıklar sayesinde kurtarıldı. İstiklal Savaşımızda yaşanan tarifsiz ıstıraplar Büyük Zaferden sonra kurulan başı dik, bağımsız, egemen, laik, modern ve barışçı Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri ve halkının yüreğinde ve zihninde canlılığını muhafaza ediyor.

Akıl, bilim, hukuk

Bugün biliyoruz ki yer yüzünde hükümranlığı siyasi bağımsızlık ve egemenliğe ve yüksek teknolojiye sahip devletler sürdürüyor. Bu teknolojinin patentleri de kendilerine ait olan bu devletler, yönetimlerini metafizik inançlara uyarak değil akıl, bilim ve rasyonalite temelinde gerçekleştiriyor. Bu sayede modern silahlar imal etme ve güçlü ordular kurabilme ve uluslararası ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarını tespit ve yürütme kapasitesi kazanıyor.

Aralarından beşi, dünya düzenini kuran ve bu düzene bir nevi nezaret eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) veto hakkına sahip daimi üyelerini oluşturuyor. Bu kategorideki devletler, birbirleriyle rekabet ederken aynı zamanda bugün dünyayı fiilen yöneten güçleri oluşturmakta.

Akıl, bilim ve rasyonalite temelinde yönetilemeyen devletler ise yöneten değil, edilgen ülkeler sınıfında yer almakta. Devlet yönetiminin metafizikle bir yere varamayacağının bilincinde olan Cumhuriyetin kurucuları, uhrevi alemle dünyevi yaşamın saygınlığının her birinin kendi değerleriyle korunması anlamına gelen laiklik ilkesini daha yüzyıl öncesinden, modern Türkiye’nin temelleri arasına kattılar.

Laiklik ilkesinin önemi

Laiklik kavramı aynı zamanda, Müslüman çoğunluklu nüfusa sahip ülkelerde, kişisel politikayla dini inançların ayrılması anlamında serbest seçimlere dayalı demokratik rejimin uygulanabilmesine kapı açıyor.

Demokrasi yalnız demokratlarla uygulanmaz. Demokratik bir toplumda inançlı olan ve olmayan insanlar bir arada yaşar ve inançlı, inançsız veya farklı kimlikte ve farklı görüşte olan tüm seçmenler eşit oy hakkına sahiptir. Metafizik inançlar ise insanlığın fıtratında mevcuttur. Dinler insanlıkla beraber doğmuş ve insanlık mevcut oldukça var olmaya devam edecektir. Çünkü inanç, istismarcı ellere düşmediği hallerde, insanı insan yapan sevgi, ahlak, merhamet, gibi duyguları harekete geçiren ve sanat ve edebiyat gibi yaratıcı değerlerin doğması için ilham kaynağını oluşturuyor.

Dinler ve kimlikler arasındaki ilişki

Ancak uhrevi alem ve fiziki yaşam arasında olumlu, sağlıklı ve yapıcı ilişkilerin kurulabilmesi insanlığın yüzyıllardan bu yana çözümleyemediği sorunların başında geliyor.

Avrupa, Akdeniz, Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu, Kuzey Afrika’da dini değerlere bağlı kimlikler, tarih boyunca toplumların büyük çoğunluğunun yaşamını zehirlemiş ve zehirlemeye bugün dahi devam ediyor. (***) Buna mukabil Uzak Doğu’da, Hindistan hariç, Çin, Japonya, Kore gibi ülkelerde kimlikler dine bağlı değil. Bu durum, bu ülkelerin halklarını, her ne kadar seküler ideolojik bağnazlıklardan muaf tutmasa da zamanımızda hoşgörüsüzlüğün en keskin nefret zehrini ihtiva eden dini fanatizme karşı koruyor.

Örneğin komünist Çin Cumhuriyetinin kurucusu Sun Yat-sen’in gençliğinde Protestanlığa geçmiş bir siyasetçi olmasına rağmen bu din değişikliği ne devlet adamlığını ne yurt severliğini ne de büyük devletinin tarihinde işgal ettiği onurlu yeri etkilemiş. Japonya’da bir kişi Budizm’in, Şintoizm’in, Konfüçyanizmin ve Katolikliğin vecibelerini aynı zamanda, kimseye hesap vermek zorunda kalmadan, yerine getirebiliyor. Kore’de Hristiyanlık, bu dine geçenlerin sayıları itibarıyla ülkenin birinci dini haline gelmiş olup, Budizm, Taoism ve ata yadigarı öteki dinlerle yan yana, hiçbir şiddete maruz kalmaksızın beraberce yaşıyor. (****)

Kuruluş değerleri ve vizyon

Eğer Cumhuriyetimiz kuruluşunda benimsediği, Mustafa kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” cümlesinde ifadesini bulan barışçı vizyonuna ve bu vizyonun aydınlattığı yurt severliğe ve temel değerlere dayalı Anayasasına sadık kalırsa o zaman siyasi ufku da berraklık kazanır. Bugün uluslararası toplum Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini nasıl bir dünyada görmekte olduğunu bilmiyor, anlamıyor, anlamlandıramıyor.

Başka deyişe Türkiye’nin vizyonu belli değil. Yarınlar için tercihi anlaşılamayan, yani nasıl bir dünya hayal ettiği belli olmayan bir devletin dış politikası da anlaşılamaz. Dış politikası belli olmaya bir devletin uzun vadeli öncelikleri de belirsizlikler yansıtır. Her devletin belli öncelikleri ve bu önceliklerinin bir sırası olur. Bunlar yoksa veya bilinmiyorsa veya gündelik iniş çıkışlara ve çelişkilere maruz kalıyorsa o devlet uluslararası ilişkilerinde savurulmalardan yakasını kurtaramaz. Aktif bir diplomasiye sahip olsa da zaman zaman başarılı hamleler yapsa da bu başarıların sürdürülebilir olup olmayacağı belli olmadığından, yarın içerde veya dışarda nasıl bir tutum takınacağına dair bir güven ortamı mevcut bulunmadığından, bölgesel ve küresel sorunların çözümünde etkin rol oynayabilecek bir konuma erişemez.

Böyle bir konumun olmazsa olmaz koşulu, aynen kişisel ilişkilerde olduğu gibi, devletler arası ilişkilerde de güven kavramının varlığıdır.

Türkiye kendini nerede görüyor?

İşte tam da bu nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti bugün dış politika vizyonunu, yani stratejik ufkunda nasıl bir dünyaya ait olmak istediğini, bu hedefine erişmek için önceliklerini ve bu önceliklerinin açıklamalıdır:

Stratejik ufkumuzu Müslüman Kardeşlerde mi, AB’de mi? NATO’da mı? Global Güney mi? Amerika’da mı? Rusya’da, Orta Asya’da veya Çin’de mi görüyoruz?

Bu sorular sırf beyanlarla değil, beyanlara uygun davranışlarla bir şekilde, açıklık kazanmadıkça, dışarda hüsrandan, içerde siyasi kutuplaşmalardan, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıklardan, yoksulluktan, cehalet ve hurafelerden, kısacası gündelik yaşamdaki huzursuzluklardan kurtulamaz.

Türkiye Cumhuriyeti, siyasi mukadderatına ilişkin tercihini 100 yıl önce açık şekilde yaptı ve geleceğini, insana değer veren laik ve demokratik devletler camiasında gördüğünü ilan etti.

TBMM’nin onayına mazhar olan çeşitli Antlaşmalarda ifadesini bulan bu tercih ülkemizi, yüz yıl boyunca iki büyük dünya savaşı ve birçok kanlı bölgesel çatışmanın dışında tuttu. Yurt içinden ve dışından beslenen teröre karşı kararlı mücadelesinde demokrasiye bağlığından taviz vermedi.

Bu tutumu egemenliğimizin, bağımsızlığımızın, toprak bütünlüğümüzün ve Anayasamızın temel dayanaklarının korunmasının teminatını oluşturdu.

Cemaat ve tarikatlar

Şimdi bu sağlam yapı yıpranıyor. 21’inci yüzyılın ilk on yılı sonlarında (15 Temmuz 2016) Gazi Meclisimiz ve Cumhuriyetimizin kurucu temel değerleri saldırıya uğradı. Bu saldırı püskürtülmekle beraber takriben son on yıl zarfında varlığımızın teminatı olan Anayasamız değiştirilemeyen maddeleri, ayrıca, çağdaş bilimsel eğitim hakkını tanzim eden 5. Madde ile yargı, adalet, düşünce, ifade ve basın özgürlükleri gibi Anayasamızda düzenlenen temel haklar işlevsizleşti.

Cemaat ve tarikatlar toplumumuz içinde, neredeyse siyasi partilere benzer fiili güç ve nüfuza erişirken yurdumuz, çoğunluğu Güney ve Doğu sınırlarımızdan giriş yapan milyonlarca siyasi mülteciyi ağırladı. Bu mülteciler her gün artan sayılarda vatandaşlık kazanıyor.

Devlet yapısı ve belirsizlik

Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğine en yakın ve en büyük tehdidi oluşturan gelişme, yazımızın başında belirttiğimiz Anayasamızın değiştirilmez ilk dört maddesinin nazariyatta geçerliliğini hukuken sürdürürken, fiiliyatta hükümlerinin geçersizleştirilmiş olmasıdır.

Türkiye Cumhuriyeti böylece devlet yönetiminde iki hukuka sahip bir devlet görünümü yansıtıyor.

Bu anayasal ikircikliliğin geleceğimiz için barındırdığı vahim tehdide yukarıda değindik.

Yasalarla gerçek yaşam arasında düaliteye müsaade edilememelidir. Böyle bir gelişme sıradanlaştığı takdirde, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın çeperlerine sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Notlar

(*) MADDE 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

MADDE 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

MADDE 3-Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

MADDE 4- Yukarıdaki ilk üç maddedeki hükümler değiştirilemez.

(**) MADDE 5- Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.

(***) Avrupa’da Katolikler ve Protestanlar; Amerika’da Beyazlar ve Afrika kökenliler; Orta Doğu’da Müslümanlar ve Hristiyanlar; Sunniler ve Aleviler arasında bitmeyen çatışmalar.

(****) Amin Malouf- Le Labirent des Egarés)