Demokrat Parti’nin kuruluşu son aşamaya geldiğinde Cumhurbaşkanı İnönü’nün Celâl Bayar’a yönelttiği “Dış politikada ayrılık var mı?” sorusuna muhatabından “Yok” yanıtını alınca, “O halde tamam” diyerek nihai onayı verdiğini Metin Toker kitabında aktarır. O dönemden çok uzaktayız.
Bugün aynı sorunun bizatihi sorulması dahi haliyle abes kaçar. Belki daha önemlisi, Trump’ın başkanlığı devralmasından sonra ortada “küresel Batı” denilebilecek, temelleri benzer değerlere oturmuş demokrasilerle yönetilen bir ülkeler topluluğunun varlığı da artık şüpheli.
Bizim açımızdan herhalde ondan fazla ilgilenmemiz gereken mesele ise esasen artık II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin ağır yükünü omuzladığı NATO savunma ittifakının varlığının değilse de, işlevinin sorgulanacak duruma gelmesi. Bu olasılığın gerçekleşmesi değil konuşulur olmasının, konuşulmasının doğallaşmasının dahi cumhuriyetimizin ulusal güvenliği bakımından yansımaları ciddiye alınmalı.
Girizgâhta kısaca atıf yaptığım o İsmet Paşa’lı yıllara geri dönersek, ilk önce kimilerinin cahilce zayıflık sandığı II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmak ve bu amaç doğrultusunda ustaca yürütülen denge politikalarının tarihimizin en görkemli diplomasi başarılarından olduğunu not düşerek işe başlayabiliriz. Ardından, Stalin liderliğindeki SSCB’nin savaşın bitişinden 1952’de NATO’ya girilinceye dek yarattığı varoluşsal tehdidin ciddiyetini anımsamalıyız.
Dönemin, yani Soğuk Savaş’ın -ki “soğuk” da olsa gerçekten bir savaştı işte- savunma mimarisi ABD’nin güney kanatta Türkiye ve komşumuz Yunanistan’a yer vermesini zorunlu kılmıştı. Filmi ileri sararsak, Putin’in Rusyası üç yıl önce Ukrayna’yı işgale giriştiğinde Türkiye NATO dışında kalmış olsaydı ve tıpkı Finlandiya ile İsveç gibi can havliyle kendini o çatının altına atmaya yeltenseydi ayazda kalma olasılığının baskın olacağını teslim etmeliyiz. Zira, 1952’nin aksine 2022’de ABD’nin ağırlığı da Avrupalı müttefikleri Türkiye’nin jeostratejik önemine ikna etmeye yetmezdi.
Bugün geldiğimiz yerde ise, ABD’siz bir NATO’nun yahut NATO’suz bir Avrupa savunma mimarisinin neye benzeyeceğini, nasıl inşa edileceğini konuşur olduk. Münih’te ABD Başkan Yardımcısı Vance’in konuşması, Riyad’da ABD’li ve Rusların Ukraynasız Avrupasız buluşup Ukrayna konuşması, özel temsilci E.Korg. Kellogg’un Kiev’i ziyaretinde Zelensky ile ortak basın toplantısı yapılamaması, Trump’ın Zelensky’i aşağılayan tiratları, hepsi peş peşe geldi. Trump’ın Ukrayna’nın yeraltı kaynaklarına el koyma girişimi de açığa çıktı.
Şimdi, önce Fransa Cumhurbaşkanı Macron, ardından İngiltere Başbakanı Starmer neredeyse koşuşarak Vaşington’a gitmekte. Orada Trump’tan farklı bir melodi duymaları doğrusu çok uzak ihtimal. Macron Avrupa’nın savunması konusunda öne çıkarken, Starmer de Putin Rusya'sının yarattığı tehdit konusunda önde. Ancak, her ikisinin de eylemleri söylemden ibaret. 23 Şubat Pazar günü sandığa giden Almanya’nın ekonomisi ise son iki yıldır resesyonda ve ucuz Rus gazını özlediği belli.
Öte yandan, son günlerde yaşanan tüm bu baş döndürücü gelişmelere ilişkin olarak yapılan yorumlar da, yine aynı başdöndüren hızla eskiyor. Zira, Trump’ın ne zaman ne diyeceği ne yapacağı hiçbir şekilde öngörülemiyor. Nitekim, günümüzde küçümsenip, horlanan diplomasi sanatının da asıl işlevi, öngörülemezliklerle baş etmek, öngörülemez koşullarda da bir yol haritası çıkarabilmek.
Bu bağlamda, hariciye geleneğimizin, benim de içinden yetiştiğim bu güzide kurum üzerinde AKP iktidarları ne denli sürekli tepinse de, güçlü ve zengin olduğu anımsanmalı. Ancak, hariciye geleneği zorunlu da olsa tek başına yeterli değil. Ne yazık ki, Trump tufanına en beter bir durumda yakalanmış durumdayız.
Zira, gelin görün ki, dışarıda Trump tufanından söz ediyorsak, içeride onu hiç aratmayacak bir Erdoğan kasırgası esiyor. Yaşadıklarımızı yeni baştan saymayacağım: Yalnızca işin astrolog tutuklamaya dek vardığını hatırlatmakla yetineceğim. Düşünmek suç. Muhalefet suç. Hatta siyaset suç. Nicedir, Erdoğan, seçimle iktidarı devretmeye niyetli olmadığının sinyallerini verip duruyor.
Hala bir darbe girişiminden söz etmenin artık anlamı kalmadı. Sivil darbenin tam göbeğindeyiz.15 Temmuz 2016’da “başarısız” denilen bir askeri darbe girişimini savuşturduk. Ardından, 2017’de başkanlık rejimine geçtik ve bugünkü otoriter parti-devletine varacak yola böylece deyim yerindeyse tekme tokat çıktık.
Bugün, anayasa askıda, hukukun esamisi okunmuyor. Erdoğan, 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki demokrasiye karşı taarruzu bu defa silâhlaştırılmış yargı eliyle yürüterek, toplumu tedirgin kılmaya ve afallatmaya var gücüyle yani devletin olanca zor gücüyle çalışıyor.
Karşımızda Batı’yı düşman gören, kendini Batı’ya ait hissetmeyen, dış politikası okunaksız ve kimliksiz bir iktidar güruhu var. Demokrasiden, hukuk devletinden söz etmek dahi onlar için zul. Bu yazıda kayda geçirmeye çabaladığıma benzer uyarıları hangimiz dile getirsek, “yerli ve milli olamamak”, “özgüven yoksunluğu” gibi abuk sabuk eleştirilere muhatap oluyoruz.
Oysa, içeride bu denli darmadağınık olmasak, dışarıdaki sakıncalardan fırsatlar çıkarmak da olanaksız değil. Çünkü, Avrupa’nın da acil çözümlere ihtiyacı var. Örnek olarak, Sarkozy’den bu yana takoz olmayı saplantı haline getiren Fransa’nın ayak değiştirmesi mümkün. Bunun ötesinde silahlı kuvvetlerimizin, savunma sanayimizin eksiklerini tamamlayacak adımlar atmamız da daha kolay. Hatta giderek saçmalaşan vize politikalarında da AB’yi olumlu yaklaşıma imale edebiliriz.
Her hal ve kârda, Türkiye’nin birinci partisi CHP olarak biz ulusal güvenlik ve dış politikada eleştirilerimizi sürdüreceğiz. Haliyle, kendimize özgü, alternatif bir dış politika uygulayacak değiliz. Ama kendimize özgü politika alternatiflerimizi hep gündeme getireceğiz. Ne yazık ki, ekonomide olduğu gibi dış politika ve ulusal güvenlik alanlarında da Erdoğan seçimle gönderilmedikçe hiçbir olumlu gelişmenin yaşanamayacağının da bilincindeyiz.
Cumhuriyetimize bu çok yönlü saldırıya karşı Ekrem İmamoğlu’nun adaylığı bir fırsat. Erdoğan’ı ilk seçimde gönderdiğimizde Türkiye tarımı, ekolojisi, eğitimi, yargısı,sivil toplumuyla dört dörtlük bir demokrasi olmak patikasına derhal girecek. Bunu sağlamak bizim çocuklarımıza, torunlarımıza olan borcumuz.
Cumhuriyetimizin kurucularına ve bu cumhuriyeti ilelebet payidar kılmak yolunda toprağa düşen şehitlerimize de borcumuz. Biz her şeyimizi borçlu olduğumuz laik cumhuriyetten alacaklı değiliz. Aksine varımızı yoğumuzu bu uğurda ortaya koyarak borcumuzun hiç değilse bir bölümünü ödeyeceğiz. Biz kazanacağız, hep birlikte kazanacağız.