Bu toplum otoriter düzene neden sahip çıkar?

Ülkedeki otoriter gidiş kadar kritik olan hal nedir diye sorulsa, ilk yanıtım, muhalefetin kırılganlığı ve siyasetsizliğinden önce bu gidişin arkasındaki toplumsal destek olur. Geleceğe ve değişime dair umutları yaralayan da belki de bu toplumsal desteğin ve onu üreten atmosferin kesifliğidir.

Bu iklimin oluşumunda konjonktürel nedenler, global dalgalar son derece önemli. buna şüphe yok. İçe kapanma eğilimleri, ulus-devlet milliyetçiliği, siyasi irade ve güç unsurunun yükselmesi, çıplak, vahşi ve kuralsız çatışmaların başarı, fayda gibi değerleri besleyen bir havuz oluşturması, karşımızdaki tartışılmaz veriler. Türkiye’nin güzel ve güney sınırlarının ötesindeki çatışmalar bunlara dair bir işaret, Trump’ın gibi bir siyasetçinin başarısı ve keyfi siyaseti bir diğer işaret, Erdoğan da kimi özellikleriyle bu işaretlerden birisi…

Otoriter düzene toplumsal destek bakımından konjonktür yanında yapısal unsurları da göz ardı etmemek gerekir.

Türk toplumsal dokusunun farklı gözeneklerine ortak olan, kuşaklar tarafından tevarüs edilen, toplumu tanımlayan ortak hassasiyet yapıları vardır. Her kültürel grupta farklı simge ve vurgularla tezahür eden bu hassasiyet yapıları, esasen bir varoluş endişesi, tehdit altında olma ruh hali ve alan koruma refleksi olarak tanımlanabilir.

Bu refleks bu ülkede ulus, toplum kurucu unsur özellikleri taşımıştır.

Türk uluslaşma süreci Batı’dan farklı olarak dil merkezli değil, din merkezli olmuştur; diğer taraftan verili bir vatanı hedef almaktan çok, yeni bir vatanı oluşturan nüfus hareketleriyle iç içe geçmiştir. Nitekim Türkiye’deki ulus oluşumunun temelinde de, temel olarak 1830’larda başlayan, kökü daha eskiye, Osmanlı’nın ilk toprak kayıplarına giden ve biteviye Anadolu’ya doğru akan yaklaşık 150 yıllık bir Müslüman göçü görülür. Cumhuriyetin ilk yıllarında, yerleşik olan bir halk olan Kürtler (ve kısmen Araplar) dışında, Anadolu nüfusu önemli ölçüde göçmen Müslümanlardan oluşmaktadır. Bu uluslaşma sürecinin, özellikle topluluklar açısından, travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, yüz-yüz elli yıla yaslanan ve sürekli güç üstüne oturan bir süreç olması üzerinde önemle durmak gerekir. Kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar; buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan bu sürecin, tam da “kimlik kurucu” bir yönü bulunmaktadır.

Bu açıdan baktığımızda bugün Türk kimliği ile bu bellek ve güvenlik fikri ve arayışı arasında, diğer bir ifadeyle güvenlik duygusuyla kimlikleşme arasında, yakın bir ilişki bulunur.

Diğer kurucu bir husus, tehdit ve varoluş endişesi besleyen dışarıdaki öteki meselesidir. Dışarıdaki öteki esas olarak Batı’dır. Batı’nın çeperindeki her Batı dışı toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de bu ötekiyle ilişki ve çatışma iç içe ve paradoksaldır. Batı gibi olmak arayışı ve ondan kaçmak-tepki duymak eğilimi birlikte yaşarlar.

Batı’yla yakınlaşma ülkede bu arayış ve eğilimin tetiklediği iç çatışmaları arttırır. Batı’dan konjonktür ve değerler itibariyle uzaklaşma tüm gruplara ortak bir milliyetçi dalgalar üretir. Otoriterliğe toplumsal destek de bu dalgalar arasındadır.

Velhasıl kötü dönem, kötü miras…