İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun anlattıkları, yargı bağımsızlığının yerlerde süründüğünü bilenler için bile ‘bu kadarı da olmaz’ dedirtecek nitelikteydi. Halbuki ‘bu kadarı da olmuş.’
Soyut ifadeler değildi. Olgulardan ve belgelerden bahsediyor, “olmayan rapor savcı iddianamesine girdi” diyordu.
Bizde bir iddianame sorunu vardır. Osman Kavala’yı mahkûm ettirmek için Arap Baharı’nı Sorus’un yaptırdığı gibi akla ziyan bir bilgisizlik iddianamede yer almamış mıydı?
Böyle iddianamelere eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de isyan etmişti:
“Savcının görevi işlenmiş bir suça suçlu bulmak değil, işlenmiş bir suçun failini ortaya çıkarmak, efsane ve anlatılanların değil maddi gerçekliğin ve hakikatin peşinden koşmaktır.” (4 Şubat 2020)
BİLİRKİŞİNİN ÖNEMİ
Şimdi, muhalefeti “silkelemek” için iddianameler yazma dönemindeyiz anlaşılan.
Kartalkaya soruşturmasında da örneğini gördük. Siyaseten hoşa gitmeyen bilirkişi raporu işleme konulmuyor, hoşa giden rapor yoksa varmış gibi iddianameye yazılıyor. Uygun görülen bilirkişi ise hemen her soruşturmada arz-ı endam edebiliyor.
İmamoğlu’nun, çeşitli soruşturmalardaki bilirkişiler hakkında anlattıkları, yargıdaki siyasallaşmanın ne boyutlara ulaştığını gösterir.
Halbuki bilirkişinin tarafsız ve teknik donanımca gerçekten uzman olması, hâkimin tarafsızlığı kadar önemlidir. Hatta bazan daha da önemli…
Bilirkişilik kurumu böylesine önemli olduğu için, 2004 yılında çıkarılan Türk Ceza Kanunu’nda, bilirkişinin bağımsız ve tarafsız olması yargıçla ve tanıkların dürüstlüğüyle eş değerde ele alınmış, “emir ve talimat” verilmesi aynı derecede suç sayılmıştı.
Fakat, daha önce de yazdım, bu iktidar, 18 Haziran 2014 tarihinde çıkardığı kanunla, soruşturma aşamasında hakimlere, savcılara, bilirkişilere “emir ve talimat” vermeyi suç olmaktan çıkarmıştır. Bu bir niyet beyanıydı, on yıldır da uygulanmaktadır.
YARGIYI ETKİLEME YOLLARI
Efendim, savcı ve hakimler de “emir ve talimat”a uymasın, vicdanlarıyla hareket etsin!.. Doğrusu budur ama, laf dinlediğin zaman terfi etmek, laf dinlemediğin zaman sürgün edilmek mümkün! Sami Selçuk hocamızın defalarca yazdığı gibi yargı mensuplarını “kahramanlığa zorlayan” bir sistem adil olamaz.
Hatırlayacaksınız, birinci sınıf hâkim ve 13 yıldır İstanbul’da Ağır Ceza Mahkemesi başkanı olan bilge yargıç Nimet Demir, Kaşıkçı dosyasının Suud’a verilmesine “muhalefet şerhi” yazdığı için Maraş’a sürülmüş, o da istifa etmişti.
Sadece baskı/ödüllendirme mekanizması değil. Bir de “bizden” mekanizması var, adaleti çiğneyen.
Değerli anayasa hukukçusu Prof. Kemal Gözler, bu iktidarın üç defa kanun, bir defa da KHK düzenlemesiyle yüksek yargıda hakim ve savcı kadrolarını nasıl değiştirdiğini ayrıntılı olarak yazdı. (Türk Anayasa Hukuku, 4. Baskı, s. 1185-1189)
Adalet Bakanı Tunç’un referans yaptığı Venedik Komisyonu, CB sisteminde, HSK’ya partili cumhurbaşkanının ve onun Meclis grubunun hakim olduğuna dikkat çekerek HSK’nın bağımlı olduğunu defalarca belirtti. (Son Mütalaa tarihi, 6-7 Aralık 2024)
Hâkim ve savcı alımlarında “mülakat”ın nasıl işlediği de cümlece malumdur.
Türkiye’de yargı sorunu ne kadar dallı budaklı ve derindir, görüyorsunuz.
KUVVETLER AYRILIĞI
Bu yargı muhalif belediyeler üzerine yürüdüğü zaman, hemen akıllara siyasi “silkeleme” geliyorsa bunun sebebi; hem yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının vahim ölçülerde aşındırılmış olmasıdır, hem İmamoğlu’nun anlattığı olay ve belgelerde görüldüğü gibi siyasi tavrın açıkça belli olmasıdır.
Ümit Özdağ’ın tutuklanması böyle olduğu gibi, zaten siyasi bir kararla “darbeye teşebbüs” suçu sayılmış olan Gezi olayları için on iki yıl sonra yeniden soruşturma açılması da böyledir.
Tarihimizde vahim hukuk cinayetleri vardır. Fakat Yargıtay’ın bir dairesinin Anayasa Mahkemesi’ni “teröristlerle aynı çizgide” diye suçlaması ve bunun iktidarca ödüllendirilmesi hiç görülmemişti.
Montesquieu 277 yıl önce yazmıştı:
“Şu üç kuvvet, aynı kişinin, yahut aynı önde gelenlerin, veya asillerden veya halktan oluşan aynı kurumun elinde olursa her şey mahvolur. (Kanunların Ruhu, İş Bankası Yay. s. 199)