Mesele İmamoğlu da değil Yavaş da değil aslında

Ekrem İmamoğlu’nun seven sever, sevmeyen sevemez. Ama kendisi Türkiye’nin en büyük metropolünün seçilmiş başkanı. Üstelik çeyrek asır İstanbul’u yönetmiş olan iktidarın adayı karşısında üç kere zafer kazanmış bir isim. Bu bakımdan da önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin “potansiyel” adaylarının başında gelen siyasetçi.

Böyle bir kişiye yönelik yargı girişimlerinin sıradan olaylar gibi görülmesi beklenemez. Buradaki tuhaflıkların, hukukun sınırlarını zorlayan uygulamaların, turpun büyüğü olarak işaret edilmesinin sineye çekilmesi beklenemez.

Bugünlerde Türkiye’nin çok ciddi meseleleri var. En başta ekonomi… Ama siyasi iktidarı bunları çözerek kaybettiği halk desteğini geri kazanmayı aklına getirmiyor. Bunun yerine toplumdaki kamplaşmalar, kutuplaşmalar, ayrışmalar üzerinden kendi seçmen kitlesini yanında tutmayı daha kolay bir yol olarak benimsemiş görünüyor. Kavga dövüş ortamı bunun için…

Diğer yandan, rakiplerini sandıkta yenmenin yollarını aramak yerine bunları tasfiye etmenin, tehlike olmaktan çıkarmanın yollarını aramayı tercih ediyor. İBB Başkanı İmamoğlu’nun üstünde zaten bir dava kılıcı sallanıyor bir süredir. Mahkûmiyet kararı çıkması halinde siyasi yasak alması ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı adaylığının engellenmesi söz konusu olan bir dava bu…

Ancak, galiba doğrudan bir hamlenin ters tepebileceği, birtakım yan etkilere sebep olabileceği hesaplandığından “kamuoyunun alıştırılması” yolunda bazı ön hamlelere gerek duyulmuş görünüyor.

CHP’li belediyeleri hedef alan art arda operasyonlar, bilhassa yolsuzluk iddiaları üzerinden devam eden yıpratma kampanyası asıl büyük hedefe zeminin hazırlanması için. İster muhalif olsun ister taraftar, tüm siyaset kamuoyunun bu süreci okuma tarzı böyle… Bu arada, Ekrem İmamoğlu’nun yoldan çekilmesinin ardından sıranın Mansur Yavaş’a geleceği beklentisi de yine ortak bir kanaat durumunda.

İşte böyle bir atmosferde devam eden bir yargı süreci var… Siyaseti değil, yargıyı zedeleyen bir süreç. Hukuktan adaletten ümit kestiren bir süreç…

Yargıyı siyasete araç yapmayın tepkileri karşısında “Bizim mahkemelerimize hiç kimse talimat veremez” edebiyatıyla önüne geçilemeyecek bir vahamet…

İBB Başkanı İmamoğlu’nun gündeme getirdiği “görevlendirilmiş bilirkişi” olayı hukukçuların öteden beri “yargının kanayan yarası” diye niteledikleri bir problem. Yargı mevzuatımızda yeri bulunan ve gerekliliği de belli olan bilirkişi kurumunun ne yazık ki dejenere edildiğini, buradaki boşluk içinde oluşan suistimallerin birtakım yargı facialarına yol açtığını söylüyorlar. Keza siyasi sonuçları olabilecek davalarda bilirkişilik kurumu istese de istemese de kendi kendini zedelemekten geri duramıyor.

Kartalkaya’daki korkunç otel yangınında gördüğümüz üzere, mahkeme tarafından görevlendirilen bilirkişilerin raporları beğenilmezse dikkate alınmayıp başka bilirkişi heyetleri oluşturulması, hatta önceki raporun “korsan” diye nitelenmesi mümkün.

Bilirkişilik Kanunu’na göre, “Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz.” Ne var ki birçok davada bu hükmün göz ardı edildiğini görüyoruz. Söz gelimi belediyelere yönelik “yolsuzluk” soruşturmalarında savcıların ve hakimlerin nüfuz edemeyecekleri teknik hususlar nelerdir? Dosya münderecatına bakıldığında asgari hukuk bilgisiyle karara bağlanabilecek problemlerin çözümünün bilirkişiye havale edildiğini görüyoruz. Hakim ve savcıların gitgide ağırlaşan malum “mesai yükü” yüzünden bu yolu tercih ettiklerini düşünmek mümkün. Ancak siyasi mahiyet taşıyan davalarda “topu bilirkişiye atma” kolaycılığı aynı zamanda yargı süreçleri üzerindeki siyasi baskı meselesini de gündeme getiriyor.

İmamoğlu’nun söz ettiği örneğe bakın. İBB Başkanı CHP’li belediyelere yönelik operasyonlarda ve kendisi aleyhine açılan davalarda hep aynı bilirkişinin görevlendirildiğini iddia etti.

“İstanbul’da 8.806 bilirkişi var. Bütün dosyalarımızda bize hep aynı bilirkişinin düşmesi tesadüf olabilir mi?” diye sordu İmamoğlu. Ne dersiniz, tesadüf olabilir mi? Sözü edilen kişi muhasebe uzmanı olduğu halde İstanbul Büyükşehir başta olmak üzere CHP’li belediyeler veya İmamoğlu ile ilgili açılan her davada nasıl bilirkişi olabiliyor demeye getirdi İBB Başkanı. Sizin bir cevabınız var mı?

İmamoğlu’nun dile getirdiği bir “yargı anekdotu” daha var: Beylikdüzü Belediye Başkanlığı sırasında 2015 yılında yapılan bir ihale nedeniyle yargılandığı davada Danıştay, kendisinin sorumlu olmadığını karara bağlamıştır. “Danıştay’ın bu kararının altında 5 yüksek yargıcın imzası vardır.” Buna rağmen İmamoğlu aleyhine yine dava açılır.

“Danıştay’ın 5 yüksek yargıcının benimle ilgili görüşünü yeterli bulmayan mahkeme konuyu bir bilirkişiye emanet etti” diyor İmamoğlu. Bilirkişi ise bir iç denetçi raporuna dayanarak Başkanın ihalede sorumluluğu olduğunu iddia eder, bu ifade iddianameye de girer. Oysa böyle bir iç denetçi raporu yoktur. “Avukatlarımız böyle bir rapor olmadığını mahkemede ispat etti. Buna rağmen, yani olmayan bir rapora rağmen mahkeme iddianameyi kabul etti” diye anlatıyor İBB Başkan.

Bunlar korkunç iddialar. Bunlar siyasi polemik konusu olarak görülüp geçilecek iddialar değil. Bunlar siyasetin değil, hukukun ve yargı düzeninin problemleri. Bunlar ülke olarak tercihimizi yapmamızı gerektiren bir yol çatalının işaretleri: Her medeni millet gibi “Gerçek anlamda adalet dağıtan bir yargı düzenine sahip olmak” mı hedefimiz?

Yoksa işlerimizi yine gücü olanın dediğinin olmasıyla, birbirimizi yemekle, kutuplaşmayla, kavgayla, yani siyasetle mi halletmeye çalışacağız?

Mesele Tayyip Erdoğan da değil, Ekrem İmamoğlu da değil, Mansur Yavaş da değil, başka bir siyasetçi de değil… Mesele bizim neyi kendimize yakıştırdığımız…