Peşinen söyleyeyim. Bu yazının konusu katiyen İstanbul seçiminin sonucunu tahmin etmek değil.
“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş” misali anketlere kulağımı tıkamış bir halde 1 Nisan sabahı ortaya çıkacak nihai fotoğrafı bekliyor; beklerken de pür dikkat 31 Mart’a giderken günden güne yükseleceği aşikâr olan gelişmelerin fotoğraf altlarını okumaya çalışıyorum.
Okurken, bu yazı yazıldığı sırada henüz devletin seçim sathı mahalline fiilen girmediğini, kimi iktidara yakın kalemlerin (Abdülkadir Selvi) tüm detaylarına şimdiden hakim olduğu ve her seçim öncesi olduğu gibi başlayacağına kesin gözüyle bakılan bir sınır ötesi askeri operasyonun düğmesine henüz basılmadığını dikkate almanızı ve anlatacaklarımın, bütün bu gelişmeler yaşandığında yeniden şekilleneceğini dikkate almanızı özellikle istirham ederim.
Bu iklimde adım adım ilerlediğimiz seçime giderken naçizane İstanbul’u merkeze alarak çektiğim fotoğraf karesine gelelim…
Bu fotoğrafın bir yanında her cephede ayrı bir savaş veren Ekrem İmamoğlu, diğer tarafta da onun karşısına öncü güç olarak Murat Kurum’u göndermiş olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan var…
Bu aşamada ne Kurum’un bürokrat kimliğine, ne siyaseten AKP kadrolarında yarattığı hayal kırıklığına, ne peş peşe gelen gaflara, ne de giydiği kareli ceketten kullandığı sözcüklere kadar Erdoğan’ın replikası gibi davranma gayretine değinmeyeceğim, çünkü zaten çoğunu biliyorsunuz.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim konu cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ardından “Yeniden İstanbul” diyen Tayyip Erdoğan ve Ekrem İmamoğlu arasındaki -tabiri caizse- düello!
Önce şunu söylemek lazım: İmamoğlu’nun hedefe oturtulması da, 31 Mart’ta Türkiye’nin tamamında seçim yapılacak olmasına karşın başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere herkesin gözünün kulağının İstanbul’da olması da sebepsiz değil.
Erdoğan’ın İstanbul’u yeniden istemesinin elbette birden çok nedenini saymak mümkün ama en önemli nedenlerden biri, daha önce kendisinin de İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı yapmış olması.
Hatta bana öyle geliyor ki, İmamoğlu’na her baktığında biraz da kendisini görüyor olması.
Benzetmek gibi olmasın ama…
İmamoğlu nasıl Kılıçdaroğlu’na bayrak açtıysa, Erdoğan da dönemin Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a bayrak açmıştı.
Refah Partisi’nin altın çağını yaşadığı, İstanbul ve Ankara’nın da içinde bulunduğu 5 büyükşehir ve 26 ilin belediye başkanlığını kazandığı 1994 seçimlerinde Erdoğan da İstanbul’un belediye başkanı seçilmişti.
Başkanlığı döneminde Erdoğan da gittiği her yerde sevgi seliyle karşılanıyor, halkın arasına karışabiliyor, “karşı mahalle”deki kadınlar bile gördüğünde -muhafazakâr kimliğine rağmen- boynuna sarılabiliyor, bindiği araçların önü coşkulu kalabalıklarca çepeçevre sarılıyor, o da kalabalıklara dokunabiliyordu…
Halktan biriydi ve halk da Erdoğan’ı bağrına basıyordu.
Tıpkı şimdilerde İmamoğlu’na yaptıkları gibi…
Erdoğan’ın da merkezi hükümet tarafından engellenen projeleri vardı, ki iktidara geldikten sonra hayata geçirdiği Marmaray o projeler arasında en iddialı olanıydı.
Üçüncü köprüyü saymıyorum çünkü o tarihte Erdoğan üçüncü bir köprü yapılmasına karşı çıkıyor, yeni bir köprüyü “karayolu lobisi”nin dayatması olarak görüyordu.
Ama kente gökdelenler dikilmesi karşısında gösterdiği direnç, Boğaz ön görünümünün bozulmasına karşı çıkan tavizsiz tutumu ve daha pek çok başlık gündeme geldiğinde karşısında merkezi hükümeti buluyordu.
Tıpkı İmamoğlu gibi…
Erdoğan da belediye başkanlığı döneminde inşasına başlanan ilk metro hattını önceki yönetimden devralmış, üstelik önceki başkan Nurettin Sözen, Taksim- Levent metro hattının ihalesini bile yapmış olmasına karşın zarfları bile -etik olmadığı için- açmadan Erdoğan’a teslim etmişti.
İhale süreci aynı işlemese de metro mevzusunda da İmamoğlu ile benzer bir süreç yaşandı.
Bitmedi…. O da Türkiye’nin diğer illerine de gidiyor ve o illerde de coşkulu kalabalıklarca karşılanıyordu.
Emine Erdoğan’ın memleketi olması nedeniyle o yıllarda “damat” olarak anıldığı Siirt de gittiği iller arasındaydı. Bir gidişinde ağzından “minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız müminler asker” dizeleri döküldü. Tarih 6 Aralık 1997’yi gösteriyordu. Erdoğan o konuşma nedeniyle Diyarbakır DGM’de yargılandı; “Halkı din ve dil farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik” ettiği gerekçesiyle TCK’nın 312’ye ikinci maddesi uyarınca, 21 Nisan 1998’de, bir yıl hapis ve 860 bin lira ağır para cezasına çarptırıldı, siyasetten de men edildi.
Tıpkı İmamoğlu’nun ensesinde Demokles’in kılıcı gibi bekletilen, kamuoyunda “ahmak davası” olarak bilinen ve Mayıs seçimleri öncesinde YSK başkan ve üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandığı dava nedeniyle 2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılması gibi… Dava şimdi istinafta.
O tarihlerde Erdoğan’ın mensubu olduğu siyasi partinin ismi de sürekli değişiyordu ve Refah Partisi’nden seçildiği belediye başkanlığına, 16 Ocak 1998’de Refah Partisi de “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle kapatılınca 4,5 yıl sonra Fazilet Partili olarak veda etti.
Burası da tıpkı DEM gibi…
Devam edelim…
Refah Partisi kapatıldığında Erbakan’a da siyaset yasağı geldi.
Yerine kurulan Fazilet Partisi’nin başına geçen Recai Kutan ise “emanetçi başkan” olarak anılmaya başlandı.
Başta Erdoğan olmak üzere, sonradan çoğu AKP çatısı altında yer alan milletvekillerinin taze kan arayışları da o tarihte başladı.
Ancak çabalar Erbakan engeline takıldı.
26 Mart 1999 yılında Erdoğan cezasını çekmek üzere Pınarhisar Cezaevi’nin yolunu tutarken, Fazilet Partisi’nde artık ak saçlılar ya da gelenekçiler ile Erdoğan’ın temsil ettiği kanattaki yenilikçiler karşı karşıyaydı.
Tıpkı CHP’deki değişimciler ve Kılıçdaroğlu yanlısı statükocular gibi.
Benzerlikler hâlâ bitmedi.
Erdoğan cezaevinden çıktıktan sonra yılların Milli Görüş’ü üstelik Erbakan’a rağmen, 14 Mayıs 2000’deki kongrede karşısında yenilikçi kanadı buldu. Erdoğan’ın başını çektiği yenilikçiler Recai Kutan’ın karşısına, kendi adayları Abdullah Gül’ü çıkarttı. Gül kongreyi, 633’e karşı 521 oyla kaybetti. Ancak kongre kaybedilse de bu sayede “yenilikçi kanat” gücünü kanıtladı.
Tıpkı CHP’deki gibi. Ancak bu senaryoda Abdullah Gül’ün pozisyonunu Özgür Özel’e benzetecek olursak, başını Ekrem İmamoğlu’nun çektiği değişimci kanat kongrenin kazananı oldu.
Sözün özü, İmamoğlu’nun geçmekte olduğu yoldan Erdoğan da geçti.
Hem öyle geçti ki, önce AKP’yi kurdu, ardından benzer bir hüküm giyen Hasan Celal Güzel’in siyasi yasağının kaldırılmış olması emsal teşkil edince siyaset yapmasının önündeki engel de kalktı. Ve Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığına taşıyan süreç işlemeye başladı.
Bu son bölüm için “tıpkı” diyebileceğimiz bir durum söz konusu değil, önümüzdeki süreçte o bölümde neler olacağını yaşayıp göreceğiz. Ancak Erdoğan kitleleri arkasına almayı başaran bir İstanbul Büyükşehir Belediye başkanının eğer liderlik kumaşı da varsa neler yapabileceğini Türkiye’de en iyi bilen isim.
Dahası 28 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmış olmasına rağmen, muhalefetin İstanbul’da seçimden güçlenerek çıktığını da biliyor.
E tabii koşullar değişti diyenler olacaktır, ”İktidar bloğunun karşısında dağılmış bir muhalefet var” dediğinizi duyar gibiyim, -ki bu da doğru.
Ancak unutulmaması gereken şu: Seçimin sonucunu, dağılan ittifak kanadından çok DEM Parti ve Yeniden Refah Partili seçmen belirleyecek gibi görünüyor.
Bu yüzden son düzlüğe girerken yarış daha da kızışıyor.
Yeniden Refah Partisi’nden “Üzerimizde çok fazla baskı var” sesleri yükseliyor,
Her şeye rağmen Fatih Erbakan herkesi şaşırtacak çıkışlar yapmayı sürdürüyor.
Tıpkı Erdoğan’ın “Hem bize kaybettirmek için çalışıp hem çeşitli beyan ve imalarla bizim gölgemizde yürümeye kalkanlara da müsaade etmeyiz” sözlerine Gaziantep’te partisinin il başkanlığı basın toplantısında verdiği “Bu mantıkla giderseniz; o zaman İstanbul’da DEM Parti AK Parti’ye kazandırmak için seçime giriyor. Çünkü DEM Parti’nin alacağı oylar, İmamoğlu’ndan gidecek. Eğer öyleyse DEM Parti, seçime girmesin mi?” cevabı gibi…
Peki DEM Parti neden kritik önemde?
Şöyle ki: Mayıs seçimlerinde Altılı Masa’ya dışarıdan destek veren -bu günkü adıyla- DEM Parti de Mayıs seçimlerinde sütten ağzı yananlardan.
Bu nedenle de 31 Mart’a giden süreçte partinin adıyla birlikte izlediği politikayı da değiştirdi.
“Kent uzlaşısı” kavramını ortaya attı.
En geniş uzlaşı Erdoğan’ın da İmamoğlu’nun da gözünü diktiği İstanbul’da sağlandı.
DEM Parti İstanbul’da “ben de varım” dedi ve -daha önce Başak Demirtaş ismi gündeme gelse de- Meral Danış Beştaş’ı aday gösterdi; ancak 39 ilçeden aralarında partinin güçlü olduğu Esenyurt, Sancaktepe, Sultangazi, Avcılar’ın da bulunduğu 22 ilçede aday göstermedi.
Bu kritik tabloda DEM Parti’nin yüzde 4’ün altında, Yeniden Refah’ın yüzde 4!ün üzerinde oy alması İmamoğlu üzerinden CHP’nin; tam tersine Yeniden Refah’ın yüzde 4’ün altında, DEM Parti’nin de yüzde 4’ün üzerinde oy alması ise (Kurum) Erdoğan üzerinden AKP’nin yüzünü güldürüyor.
Çünkü YRP’ye giden oylar AKP’nin, DEM’e giden oylar de CHP’nin hanesine eksi yazıyor.
Seçime üç hafta kaldı ve son düzlükte 2019 yılında Erdoğan’a rağmen iki kez üst üste seçim kazanan Ekrem İmamoğlu, üçüncü kez kazanmanın; seçim kampanyasını bile “Yeniden İstanbul” sloganı üzerine oturtan Erdoğan da 2019’un rövanşını almanın peşinde.
AKP 24 Mart’ta Atatürk Havalimanı’nda yapacağı mitingle ve son iki hafta Erdoğan’ı ilçe ilçe dolaştırarak zayıf bir imaj çizen Murat Kurum’dan doğan açığı kapatarak seçmenini konsolide etmeyi hedeflerken Erdoğan’ın İstanbul’da sahaya inmesini bekleyenin yalnız AKP olmadığını söylemekte fayda var.
Çünkü diğer tarafta da CHP’nin sandık küskünü seçmenini konsolide etme çabası var ve İmamoğlu kanadı bu konuda Erdoğan’a çok güveniyor. Erdoğan’ın sahaya çıkmasıyla birlikte küskünlerin iktidar alerjisinin depreşeceği ve iktidar karşıtlığı sayesinde seçmenin daha da kenetleneceği düşünülüyor.
İmamoğlu’nun siyasi yolculuğunun nasıl şekilleneceğini görmek için ise 31 Mart’ı beklemek gerekiyor. Bakalım İmamoğlu’nun yolculuğu 1 Nisan sabahı son mu bulacak yoksa Erdoğan’ın geçtiği yollardan geçmeye devam mı edecek?