Yeni Dünya, Avrupa ve Diplomasinin rolü: Türkiye’nin konumu ne olacak?

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği büyük sarsıntılarla geride kaldı. İkinci çeyreğine Yeni Dünya’ya bakarak, birçok soruya yanıt arayarak giriyoruz. Bu çeyrekte Türkiye’nin konumu ne olacak? Buna diplomasi cevap verebilir mi?

Dört yıllık bir aradan sonra ABD Başkanı Trump’ın ikinci dönemine girildi. Trump’ın ABD için Altın Çağ başlıyor sözleri çarpıcı. Aynı gün Fransa’da Le Figaro gazetesinin başmakalesinin “Batı’nın sonu” başlığı da anlamlıydı.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği büyük sarsıntılarla geride kaldı. İkinci çeyreğine Yeni Dünya’ya bakarak, birçok soruya yanıt arayarak giriyoruz.

“Dünya Batı’yı nasıl yarattı?”

Bugünlerde Oxford Üniversitesi Antik Çağ Bölümü Başkanı Profesör Josephine Quinn’in dört bin yıllık bir tarihsel süreç içerisinde ele aldığı “Dünya Batı’yı nasıl yarattı?” (How the World Made the West?) başlıklı kitabını okuyorum.

Ufuk açıcı bir kitap. İnsanın içini karartan, derinden üzen olayların güncelinize yerleşmeye devam ettiği bir zaman kesitinde geniş coğrafyanızın eşsiz konumunu, üzerinde yaşadığınız toprakların değerini, bölgesel ve küresel boyuta uzanan etkilerini tarihin farklı kesitlerinde yakalayabilmek, yerleşmiş kavramların nasıl oluştuğuna yeni bir solukla bakmak, toplumlararası etkileşimin ipuçlarını bulmak sizi ayrı bir evrene taşıyor.

Bakış açınızı tazelemenin, kavramları irdelemenin önemini görüyorsunuz. Önünüze bakıyorsunuz, sıkıntıları, yanlışları aşmanın yolunu düşünüyorsunuz. Zorlu sınamaları göğüslemek, birliktelikleri sağlamak böyle dönemlerde herkes açısından geçerli. Temel hedeflerinizi kaybetmemeye çalışırsınız. Koşullar ne denli olumsuz olsa vatandaşlarınızın refahı ve güvenliği için çıtayı aşağı değil, yukarı çıkarırsınız.

Bu çabanızda klasik tanımlamasıyla diplomasi de bir rol oynar. Diplomasi öteki ile ilişkileri sağduyuyla düzenleme girişimidir.

Diplomasi evrensellik ve süreklilik taşır, insan topluluklarının yek diğerini yok etmeden birlikte yaşam arayışına hizmet eder.

Avrupa’da yükselen popülizm

Mevcut uluslararası ortamda Avrupa’nın hali ne olacak sorusu da gündemde.

Geçtiğimiz yıl yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri ile Avrupa Birliği ülkelerinde gerçekleşen seçimler yükselen siyasi eğilimleri bir kere daha göstermişti. Ortaya çıkan siyasi tablo, popülizm etrafında uzun bir süredir öne çıkan akademik çalışmalar bakımından yeni malzeme ortaya çıkardı. Geçtiğimiz Eylül ayında Atina’da katıldığım bir konferansta Avrupa siyasetindeki yeni şekillenmenin özellikle “söylemsel Avrupa” (Europe in discourse) düzeyindeki etkileri üzerinde durulmuştu. Yükselen popülist akımların Avrupa kimliğini derinden sarsmakta olduğu görüşü öne çıkmıştı.

Avrupa’nın geleceğinin inşasında kavramsal düzeydeki tartışmalara daha yakından bakmamızda yarar var. Paradigma sözcüğünü sıkça kullanmamız her değişimi rahatlıkla anlayacağımız, güçlü bir analiz yapabileceğimiz anlamına gelmiyor.

Dikkat çeken bir kavram: “Aşırı merkez”

Bazı kavramlar yerleşince yenilerinin önemini hemen göremeyebiliriz. Daha doğrusu dikkatimizin yenilenmesi zaman alabilir. Yeni sandığımız kavramların aslında çoğu zaman tarihsel bir seyir izlediğini unuturuz. Siyasi durumu okuyuşumuzu yüzeysel kalıplarda tutmadan eleştirel bakışı zenginleştirmemiz, değerlendirmemizi geliştirmemiz günümüzde daha zor. Katkı sağlayacak yeni bakış açılarına olan ihtiyaç arttı.

Geçtiğimiz günlerde Le Monde gazetesinde Ariane Ferrand adlı bir yazarın makalesini okuyunca bunu hissettim. Makalenin konusu, Fransa’daki siyasi gelişmeler ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un konumu. Başlığı ise “ “Aşırı merkez”; otoritarizme götürebilecek bir aşırılık”.

Makale, 18 Nisan 2022’de Fransa’da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı Birinci Turu sonucunda yeni bir dönem için seçilme hedefi güden Macron’un yaptığı açıklamada siyasi manzarayı tarif ederken kullandığı ifadelere yer vererek başlıyor: “Seçmenlerin dörtte üçü (…) üç ayrı proje için oy kullandılar. Bir tanesi aşırı sağ projesi (…) Bir diğeri aşırı sol projesi (…) bir de – eğer benimkini merkezi bir saha içinde görüyorsanız – aşırı merkez”.

Ariane Ferrand, “aşırı merkez” ifadesinin oksimoron görünebileceğini, merkezciliğin uzlaşı ve ılımlılık ile genelde anıldığını hatırlatmakta, bununla beraber Fransız Devrimi tarihçisi Pierre Serna’nın 2005 yılında yayınladığı “Fırıldaklar Cumhuriyeti. 1789 – 1815 ve ötesi. Siyasi bir anomali: Aşırı merkezin Fransa’sı” (Champ Vallon yayınları) kitabında bu kavrama yer verdiğine işaret etmekte. Serna, bu siyasi geleneğin Devrimden bu yana Fransa tarihinin ritmine ayak uydurduğunu ve Emmanuel Macron’un günümüzde bunun sözcüsü olduğunu ileri sürmekte.

Avrupa’da yükselen popülist akımlar

Makale oldukça ilginç. Saptamaları elbette tartışılabilir. Tarihçi Serna’nın anılan kitabında bu kavramın nasıl geliştiği, daha XIX. Yüzyılın başından itibaren siyasi sahanın ortasının ziyadesiyle işgal edilmiş olmasından hareketle aşırı merkezcilerin sağı ve solu bir anlamda damgalayarak onları nasıl radikalleşmek zorunda bıraktığı anlatılıyor.

Pierre Serna’ya göre 2017’den itibaren Emmanuel Macron ile aşırı merkezciliğin yeni bir tezahürünü görmek mümkün: kriz halindeki solu ve sağı aşmasını bilen bir kurtarıcı figürü, öne çıkarılan ılımlılık – meşhur halen gelen “aynı zamanda” formülü (en même temps )- ideolojik çizgi değiştirmeler, güçlü ve dikey iktidar anlayışı, muhaliflerin şeytanlaştırılması ve geçicilik karakteri. Bu unsurların 2022’den ve özellikle 2024 yılındaki Ulusal Meclis’i fesih kararından beri görüldüğünü düşünüyor Serna…

Avrupa sahnesinde yükselen popülist akımlar üzerinde akademisyenlerimizin değerli çalışmaları mevcut. Bu bağlamda Dr. İlkim Özdikmenli Çelikoğlu’nun “Merkezci-teknokratik popülizm örneği olarak Emmanuel Macron: 2023 Emeklilik Reformu sonrası bir değerlendirme ” başlıklı makalesi, popülist siyasetin merkezci varyantlarına temas etmekte ve merkezci popülizm kavramını kapsamlı bir şekilde ele almaktadır.

Kavramlar üzerinde durmak, düşünce yelpazesini geniş tutmak, toplumsal dinamikleri okumak, siyaset zeminin evrilmesinin nabzını tutmak diplomasinin de alanına girer.

Türk diplomasinin geleneksel tarzı

Türk diplomasinin klasik anlayışında, ihtiyatlı çizgi, olaylara teenni ile yaklaşım, sağduyulu ve iyice tartılmış kararlar, kalıcılığın ve güvenilirliğin her zaman güvencesi olagelmiştir. Türk diplomatı olmak bu bağlamda ülkesinin çıkarlarını savunurken rasyonelliği özümseyen, kendisi transformasyona uğramadan değişimi okuyabilen, ayakları yere basan bir anlam da taşır.

Önümüzdeki dönemde, Atlantik ötesi gündemi dikkatle takip ederken, Avrupa’da cereyan edecek tartışmalardan uzak kalmamalıyız.

Geniş anlamda Avrupa’nın geleceğine biz de katkı sağlamak durumunda görmüyor muyuz kendimizi? Avrupa Birliğine üyelik hedefimiz insanlarımızın yaşam standartlarını yukarıya çekmek anlamını da taşımıyor mu? Gerçekten kritik bir coğrafyada yer alıyoruz. Hem bölgesel hem küresel dinamiklerin bir bakıma merkezindeyiz.

Özgürce tartışma ortamı bulmak ve güçlü bir sivil toplum dinamiğini oluşturmak yaşamsal önemde. Gelişmeleri okuma yeteneğini ancak böyle koruyabiliriz. Bunun için de her şeyden önce birey olarak görülmeniz, hukuk devleti ve demokrasi, insan haklarına saygı ortamında yaşamanız gerekli.

Kalıplar içinde kalmadan, klişe bakışlara aldanmadan, alaycı ve küçümseyici tavırlara kapılmadan bireysel özgürlüğümüzü güçlendirmenin yolunu bulmaya çalışmalıyız.

Türk diplomasi ekolü ve vizyon

Türkiye’nin önümüzdeki dönemde izleyeceği dış politikada ABD ile ilişkiler kadar AB ile ilişkilerimizin canlandırılması, köklü ilişkilere sahip olduğumuz Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya, Polonya ve daha birçok Avrupa ülkesiyle ikili ilişkilerimizin güçlendirilmesi de önem taşıyacaktır.

Cumhurbaşkanı Demirel’in 1998 yılı Şubat ayında Cumhurbaşkanı Chirac’ın daveti üzerine Fransa’ya gerçekleştirdiği resmi ziyaret sırasında imzalanan “Türkiye-Fransa 2000” belgesi diplomatlardan oluşan bir “Düşünce Grubu” tarafından hazırlanmıştı. Türkiye ile Fransa’yı XXI. Yüzyılda karşılaşacakları ortak sorunlara karşı mücehhez kılmayı hedef edinen bu belge bir yol haritası çizmekteydi.

Geniş bir yelpazede somut işbirliğini öngören bir Eylem Planı öngörüyordu.

İlişkilerimizin yüzyıllara dayanan bir dostluk ve işbirliği geleneğinden güç alan ülkelerle, günümüzün sınamalarına birlikte bakmak, sorunlara yaklaşımlardaki farklılıkları aşabilmek ve en önemlisi daha iyi bir geleceğin ortak inşası için çabalamak, karşılıklı olarak düşünceye değer vererek, kavramsal gelişmeleri birlikte okuyarak mümkün olur.

Türk diplomasinin geleneksel vasıflarını korumak, aynı zamanda Cumhuriyetimizin birikimine sahip çıkmaktır.