Tanımlanamayan barış müzakerelerinin açıklanamayan süreçleri
İçerik konusunda da zamanlama konusunda da bilgimiz yok. Yani ne konuşulduğunu da, neden şimdi konuşulduğunu da bilmiyoruz. Bu iki, herhalde “temel” demek yanlış olmayacak, konuda ancak -mecazen- oturduğumuz yerlerden akıl yürütüyoruz.
Akıl yürütürken de “efendiliğimizi muhafaza etmeye” özen gösteriyoruz. Zira, işe DEM tarafından girişenler bu yolda canlarını ortaya koymuş, özgürlüklerinden olmuş, en yakınlarını yitirmiş çilekeş, çelebi, namusları mücessem, saygın kişilikler.
Buna karşılık ve örnek olarak, adları üzerlerinde, Barış Akademisyenleri’nin ne düşündüğünü pek duymuyoruz. Kökten bir itiraz olmadığını yineleyerek kendimizce ama temkinli iyimserce, ama şerh düşmek adına, ancak kimi kaygılarımızı mırıldanabiliyoruz.
Böyle yaptığımızda, güleç bir tavırla yanağımız okşanıyor, “seni anlıyorum, kaygılanmana gerek yok” yanıtını alıyoruz. “Neden” diye üsteleyecek olsak, “aklın ermez”, “mevzu derin”, “sabır kardeşim sabır”, “fena mı” yollu ifadelerle teselli ediliyoruz.
Somut verilere dönersek: İlk İmralı görüşmesi üç, geçtiğimiz günlerde yapılan ikincisi dört saat sürdü. İlkinden yedi maddelik bir açıklama çıkmıştı, ikincisinden o da çıkmadı. İlki ile ikincisi arasında üçlü heyet TBMM’de temsil edilen partilerin yöneticileriyle görüştü.
O görüşmelerden de bir bilgi paylaşılmadı. Acaba başta CHP’li ev sahipleri ziyarete gelen İmralı Heyeti’ne somut sorular sormadı mı? Sordular da doyurucu yanıt mı alamadılar? Yoksa öyle şeyler duydular ki, kaşlarını yay gibi kaldırarak, suskun kalmayı mı yeğlediler? Bunları da bilemiyoruz.
Yürütülenin bir süreç olmadığını girişimin sahipleri Erdoğan ve Bahçeli söylüyor. Ötesine geçerek Türkiye’de ne Kürt ne demokrasi sorunu olduğunu da belirtiyorlar. Bahçeli’nin Özel’e dediği gibi “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor” yollu düşünerek, kulak ardı etmemiz gerekiyor herhalde bu ısrarlı çıkışları. Çünkü işin ucunda barış var malum. Sıkmak gerek dişleri, sıkılıysa yumrukları da gevşetmeli.
Barışın, barış durumunun tanımı yapılamadığı için erişilmek için çabalananın “toplumsal barış” olduğundan söz edilmeye başlandı yakın zamanda. Çünkü susacak silâh, duracak çatışma yok. 1990’ların ortasında değiliz, 2000’lerin ilk çeyreğini arkamızda bıraktık.
Suriye’deki gelişmeler ve Suriyeli paydaşların durumu
Konu Irak değil Suriye ise, orada da SDG fiilen dağıldı. PYD veya YPG köşeye sıkıştı. Sınır boyunda, dümdüz arazide Kobane ile Kamışlı arasındaki dar şeritte tutunuyor. Daha büyük, devletler arası “oyun” bakımındansa, halen Suriye’nin hem tahıl ambarının hem petrol sahalarının denetimini koruduğu gibi, kendi sayıları beş ila altıbini, aile fertlerinin sayıları belki elli ila altmışbini bulan IŞİD mensubunun gardiyanlığını yapmayı da sürdürüyor.
Sözkonusu olan bir teslim anlaşması mı? Kayıtsız şartsız olanlar dışında teslim olmanın da pazarlığı yapılır. Yani Öcalan çıkacak, kendine özgü üslubuyla, PKK’yı silâhlı mücadelenin kaybedildiğine ama bu yolda mağlup olanın galip sayılması gerektiğine ikna edecek. Yani mücadelenin esasen silâhları bırakmak dolayımıyla kazanıldığını veya kazanılacağını açıklayacak. Erdoğan ve Bahçeli ise tam aksini.
Durum böyleyse, İmralı Heyeti böylesine uzun görüşmeleri ne için yürütüyor, orası anlaşılmıyor. O arada SDG komutanı Mazlum Abdi Erbil’de halen Irak Kürdistan Bölgesi’nde veya KDP’de resmi görevi olmayan ama ağırlığı her kesimce kabul edilen Mesut Barzani’yle görüşüyor. Hamit Derbendi gibi Barzani temsilcileri de Rojava’da temaslar yapıyor. IKB Başbakanı Mesrur Barzani Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul ediliyor. PYD yöneticisi İlham Ahmed ise tümüyle tutarsız ve gerçeklerden kopuk biçimde Fransız devlet televizyonuna verdiği demeçle Fransa’yı Türkiye ile Rojava arasına asker konuşlandırmaya davet ediyor.
İşin belki “eğlenceli” denilecek kısmındaysa, tarihte ilk kez Ankara’ya müzahir bir yönetim Şam’da işbaşına geliyor ama ilk icraatında Türkiye’den ithalata 500% gümrük vergisi getiriyor. Bunun üzerine kamyonlar Habur üzerinden Rojava’ya yöneliyor. Ovaköy’e kapı açmak için 2003’ten beri tutturanlar, “oradan ver elini Telafer” diyenler, kalıcı askeri harekatlarla “kilidin kapatıldığını” ileri sürenlerse ketum. Nitekim her durumda sermaye yolunu buluyor, yol yoksa açıyor, önüne gideceği kapıyı da doğru seçiyor.
İşin (yüksek?) siyaset tarafındaysa, genelde Kürt siyasal hareketinin ve özelde DEM’in yollarını muhalefetten ayırdığı anlaşılıyor. Böylece CHP muhalefette yalnız (“ben tek, siz hepiniz”) kalıyor. Ayrıca Kürt meselesinin demokratikleşme meselesiyle, “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma” ereğiyle bağı da kopuyor. Ötesine geçiliyor, Kürt siyasi hareketi (artık “Kürtçüler” mi denecek?) İslamcılarla ağız birliği yaparak, laik cumhuriyeti paranteze almaktan, cumhuriyeti neredeyse “yüz yıllık melanet” diye nitelemekten söz edebiliyor.
DEM Parti ve “Yaparsa Erdoğan yapar” anlayışı
Yine işin diğer (pek o denli “yüksek” olmayan) siyaset/aritmetik tarafındaysa, “Ver 400’ü, o olmadı 360’ı mevzu huzur içinde çözülsün” dayatmasının perde gerisinden dolaşıma sokulduğu görülüyor. Yenilik, bu defa verilen yanıtın “Wallah billah seni ömürboyu başkan yaptıracağız” oluşunda. DEM’den ve anlaşılan Kürt seçmenden de Ümit Özdağ’ın tutuklanmasına “beter olsun” yollu tepki geliyor. Ama aynı DEM’den, Akdeniz’e (Mersin) kayyum atanmasına ve bu tür zor kullanma adımlarınaysa pek ses gelmiyor.
Görüldüğü kadarıyla, mıntıka temizliği yapılıyor. Tekme tokat sahne Öcalan’ın açıklaması için hazırlanıyor. DEM veya İmralı Heyeti cenahı (benim herhalde sancaktutanı görüleceğim) tuzukuru cenahtan gelen vızıldanmalara “Biz yutar mıyız”, “Hele hele şu konuşana bak hele hele”, “Biz buradayız bütün bunlar hep olur” zemininde tepkiler veriyor. Kürt tabandan bir kesim de “TC perişan oldu onun için masaya oturuyor” diye kendini avutuyor.
Sürece destek vermekte öne atılan aydınlardan bazılarıysa Cemil Bayık’ın Kandil’den açıklamalarında dahi hikmet arayıp bulabiliyor, onun bile bu süreci kutsadığına varan yorumlar yapabiliyor. Öylesine kabaran, bastırılamayan bir coşku seli, bir kamaşma durumu baskın onlarda.
Böyle davranarak “Yaparsa Erdoğan yapar” korosuna yancı yazılmış olmuyorlar mı? En azından teorik olarak öyle olmuş oluyorlar. Pekiyi, almadan vermek Allah’a mahsus olduğuna göre, Erdoğan neden şimdi ve bu denli ivedilikle bu kapıyı aralıyor? Herhalde “Bahçeli’nin girişimine o da hazırlıksız yakalandı, ketempereye getirildi” diyecek yoktur aramızda. “Körler sağırlar birbirlerini ağırlar” babında dönüyoruz en başa.
Anlaşılan Erdoğan’ın işleri şimdilik meclis aritmetiğine yönelik, sandık sonuçlarına değil. “Kandil İmralı’yı dinler mi” diye soranlar, toptan Kürt seçmenin Öcalan’ı firesiz dinleyeceğini mi varsayıyor? Ya kamuoyunun ezici çoğunluğunun zerre kadar umurunda değilse artık 2025 yılında İmralı’dan ne mesaj verileceği? Buna benzer soruları kendilerine sorduklarını varsaydığım CHP yönetiminin ise DEM yönetimine değil de doğrudan Kürt seçmene vereceği siyasal mesajı yok mu? “Devlet” vaadinin içi layıkınca ve ısrarlı biçimde doldurulabildi mi?
Aydın Selcen yazdı: Tanımlanamayan barış, açıklanamayan süreç
Toplumda bugünkü temel yarılma Türk-Kürt boğazlaşması değil. Kendi öz yurttaşımız Kürtler bir yana, bu halkın hakkını teslim edelim: Homurdanmak dışında Suriyeli, Afgan milyonlarca sığınmacıların kapılarına çarpı koymadı, somunlar hafiflese de ekmeğini böldü de yedi bugüne kadar. Gerilim daha çok seküler ile anti-seküler, demokrat ile anti-demokrat arasında. Öyleyse DEM’in, Erdoğan’ın yahut Cumhur İttifakı’nın kayığına binerek veya o kayığa filika olarak toplumu götüreceği barış limanı nerede, nasıl bir yerde kestirmek güç.
Her şeye rağmen sürece bigane kalamıyorum, agnostik yaklaşmayı yeğleyerek, Cem Karaca’ya sığınıyorum: “Çok yorgunum/Beni bekleme kaptan/Seyir defterini başkası yazsın/Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman/Beni o limana/Çıkaramazsın.” Biliyorum, “senin tuzun zaten kuru, taş attın da kolun mu yoruldu, bugüne dek hep arabayı garajda çalıştırdın, bize dönüp ‘Taksim’e gittim geldim’ diye hikâye anlattın, bu neyin yorgunluğu hadsiz” denilecektir. Olabilir, olsun.
Ama bir yurttaşı ve yirmi yıl kadar bile olsa bir memuru olarak ben de bu cumhuriyetin sahiplerindenim. Cumhuriyetimizin birilerinin yanılgısı yahut kaprisi sonucunda uzay boşluğunda kurulmadığını düşünenlerdenim. Laik cumhuriyetimizin yüzyılların imbiğinde damıtılan büyük ve ortak tarih anlatımızın organik sonucu olduğuna inananlardanım. Dolayısıyla kendi adıma cumhuriyeti paranteze aldırmaya razı değilim. Cumhuriyetin DNA’sıyla oynamaya yeltenenlere de tekraren, acizane ve dostane tavsiye kabilinden son derece dikkatli olmaları uyarısında bulunmak isterim.