Batı demokrasilerinde kriz varken Suriye bilmecesi nasıl çözülecek?

Demokrasi hep azınlıkta kaldı

Demokrasi, eski Yunan uygarlığından insanlığa miras kalan bir yönetim anlayışı. Ancak dünya bugünkü demokrasi değerleriyle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tanıştı. Eski Yunan’da şehir devletleri köleci toplumlardı. Forumlarda serbestçe konuşabilenler, şehir yönetimine katılabilenler köle sahibi imtiyazlı vatandaşlardı. Yunan uygarlığından sonra gelen Roma’da da sınıflar katı şekilde birbirinden ayrılmışlardı. Kölelerin ve vatandaşlık hakkı olmayan paryaların toplumsal işlere katılımı mümkün değildi. Roma’nın meşhur senatosunda siyasi kararlar alabilenler, köle sahibi imtiyazlı bir avuç zengindi.

Roma’dan çok sonra, İtalyan şehir devletlerinde (prenslikler) kralın veya prensin mutlak otoritesini sınırlayan parlamento deneyimleri ile tanışıldı. Parlamento terimi de bu dönemden miras kaldı. Ama bunlar da esas olarak feodal devletlerdi. Aynı dönemlerde İngiltere’de Magna Carta kabul edilerek kralın yetkilerini kısıtlandı. Ama güç uzun süre sadece kralın ve aristokratların (lordlar) tekelinde kaldı. 

Bugünkü anlamda bir anayasadan yetki alan ilk cumhuriyetler 18’inci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Amerikan ve Fransız devrimleri ile kurulabildi. Yönetimlerin seçmene hesap verdiği Fransa, ABD ve İngiltere, her şeye rağmen Batı’da demokrasilerin erken şafağı olarak kabul edilebilir. Ama bugünkü anlamda demokratik yönetimler için daha iki yüzyıl geçmesi gerekecekti.

İkinci Dünya Savaşı’nda liberal demokrasilerin totaliter rejimler karşısında üstünlük sağladığına inanılır. Savaş sadece liberal demokrasilerle yönetilen ABD ve İngiltere ile Nazi Almanya’sı, faşist İtalya ve militarist Japonya arasında geçseydi, bu tez doğru kabul edilebilirdi. Ama Nazi Almanya’sının yenilgisinde en büyük pay sahiplerinden biri, kendisi de totaliter bir ülke olan Sovyetler Birliği’dir. Savaştan sonra ABD ve SSCB kendi nüfuz alanlarını yaratarak dünyayı ikiye böldüler. O yüzden dünyanın bir bölümünde liberal demokratik rejimler kurulurken, diğer bölümünde sosyalist rejimler kuruldu. Demokrasiler dünyanın yüzölçümü esas alınırsa azınlıkta kaldı. Kamuoyunda dikkatler hep Batı’ya çevrili olduğu için bu gerçek çoğu zaman gözden kaçırılır. 

“Demir Perde” Churchill tarafından Avrupa’daki bölünmüşlüğü tanımlamak için kullanılan çarpıcı bir ifadedir. Oysa sadece Avrupa’da değil Asya’da da halklar arasına ideolojik duvarlar örüldü.  Demir perde batıda Almanya’nın ortasından geçerken, Askersizleştirilmiş Bölge (DMZ) olarak adlandırılan bir hat benzer şekilde Kore’nin ortasından geçti.

Liberal demokrasilerin yükselişi ve Türkiye

ABD’nin nüfuzu altındaki bölgelerde demokratik rejimler kuruldu. Bunların en başarılıları Batı Almanya ve Japonya’dır. İşin paradoksal yanı bu rejimler tepeden inmişti. Her iki devletin anayasası da ABD tarafından yazılmıştı. Savaşta tümüyle tahrip olan bu iki sanayi ülkesi kısa zamanda ayağa kalkıp eski ekonomik güçlerine kavuştukları gibi, gıpta edilecek demokratik rejimler haline de geldiler. Arkadan beklenmedik şekilde Güney Kore yükselmeye başladı. Bir zamanlar dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan ve tarihinin hiçbir döneminde cumhuriyet ve demokrasi deneyimi yaşamamış olan Güney Kore yarım asır içinde dünyanın en önemli ekonomik ve teknolojik güçlerinden biri haline gelirken (dünyanın 10 veya 11’inci büyük ekonomisi), bir yandan da birinci sınıf bir demokrasi (dünya sıralamasında 15’inci) inşa etti.

Oysa Türkiye Kore’den çok daha önce yola çıkmıştı. İlk ağır sanayi atılımlarını otuzlu yıllarda başlatmış, çok partili demokratik deneyime 1950’de başlamıştı. 1952 yılında Güney Kore halkını savunmak için Amerika’nın yanında savaşırken NATO’ya üye olmuştu. Ama Türkiye Atatürk’ün hayallerini süsleyen muasır uygarlık seviyesine (aydınlanma, kalkınma ve demokrasi) ulaşmayı bir türlü beceremedi. İlk anayasasını 1876’da kabul eden, meşrutiyeti 1908’de, cumhuriyeti 1923’te ilan eden, meşrutiyet sonrası yaşanan kısa ve sorunlu dönem hariç tutulacak olursa, çok partili rejime 1950’de geçen Türkiye’nin 2025’te bulunduğu yer belli. Ülkede hâlâ demokrasi yok. Hâlâ hukuk devleti değiliz. Vatandaşlarımız hâlâ çağdaş hak ve özgürlüklerden yararlanamıyorlar. Hâlâ sanayi devrimini gerçekleştiremedik. Bu alanlarda kazanılan mevzilerin bir kısmı da kaybedildi. Türkiye’de endişe verici bir geriye gidiş var.

Demokratik rejimler orta gelir seviyesini aşan müreffeh ülkelerde kök salıyor. Belki bu yüzden, belki de bir doğu toplumu olarak özgür bir sistemde yaşamayı içimize sindiremediğimizden dolayı, demokrasi olamadık. Ama bizi diğer doğu toplumlarından ayrılan önemli bir yanımız var. Onlar Batı kültürünü ve değerlerini reddederken, biz cumhuriyetin kuruluşundan itibaren başta eğitim ve hukuk sistemi olmak üzere, Batılı değerleri kucakladık. 2000’lerin başına kadar da bu çizgiden ayrılmadık. 2005’te Avrupa Birliği ile adaylık müzakerelerini başlatmış olmamız bu alanda atılmış en önemli adımdı.

Güney Kore’nin ilerlemesinin pek çok nedeni var kuşkusuz. Ben, Kore halkının eskiden yaşanan acıları bir daha yaşamamak için batılı değerlere sıkı sıkıya sarılarak kalkınma arzusunun asıl neden olduğunu düşünürüm. Aynı şeyin Türkiye’de geçerli olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye’de azımsanmayacak çağdaş demokratik ve seküler bir birikimin olmasına rağmen, halkın bir kesiminde dini veya siyasi gerekçelerle batılı değerlere karşı güçlü bir direniş mevcut. Bu kampın değirmenine ulusalcı laikler dahi su taşıyor. Hâlâ gidilecek uzun ve ince yollar, tırmanacak yalçın dağlar var.

Bölgesel siyasi konjonktür de bu konuda hiç yardımcı olmuyor. 1979’da İran’da mollaların yönetimi ele geçirmesi, 1990’da Sovyet sisteminin çökerek meydanın siyasi İslam’a kalması, AB’nin Türkiye’yi içine kabul etmekte isteksizlik göstermesi, Batı’da yükselen yabancı düşmanlığı ve islamofobya bu duruma katkıda bulunan en önemli etkenler. Buna kendi isteksizliğimizi ve iç siyasi arenada laik cumhuriyetçi liderliğin (sosyal demokrat değiller) zaaflarını da eklemek lazım.

Batı demokrasileri zaaf içinde

Dünya’da demokrasiler umut verse, bundan Türkiye de yararlanabilirdi. Ama dünyada da demokrasiler geriliyor. Zaafa uğrayan demokratik rejimlerin başında son günlerde yaşanan darbe teşebbüsü nedeniyle Güney Kore rejimi geliyor. Avrupa’da demokrasiler hiç umut vermiyor. Her yerde aşırı sağ ve popülist partiler yükselişte. Almanya’da merkez sağ ve sol partiler zayıflarken, ırkçı/yabancı düşmanı AfD’nin yükselişi durmuyor. 23 Şubat’ta yapılacak erken seçimlerde Hristiyan Demokrat CDU/CSU favori olsa da onun ensesinde AfD’nin nefesi duyuluyor. CDU’nun lideri Merz, Merkel’i mumla aratacak aşırı sağ eğilimli bir siyasetçi. Onun alternatifi ise AfD lideri Alice Weidel. Şansölye Olaf Scholz’un favori adaylar arasında artık esamesi dahi okunmuyor. Yeni Alman hükümeti eskisine rahmet okutacak cinsten olacak.

Fransa ise siyasi istikrarsızlıktan başını alamıyor. Geçen yıl içinde Fransa’da Macron’un tercihlerine göre dört hükümet kuruldu. Barnier’den sonra hükümeti kuran François Bayrou’nun ne kadar iktidarda kalacağı meçhul. Fransa’da yeniden bir seçim olursa, aşırı sağ Front National (FN) lideri Marine Le Pen iktidara gelebilir. İspanya’da yolsuzluklarla başı dertte olan sosyalist Pedro Sanchez’in azınlık hükümeti her an düşürülebilir.

Avrupa’da en istikrarlı hükümet İtalya’da. Neo-faşist gömleği çıkardığını iddia eden İtalyan Biraderliği (İtalyan İhvanı?) Başkanı Georgia Meloni’nin koltuğu sağlam. Buna karşılık Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Trump’tan gelen baskılar ve Liberal Parti içinden yükselen muhalefet nedeniyle başbakanlığı ve parti liderliğini bıraktı. Kanada’da seçime gidilmesi halinde popülistlerin iktidara gelmesi söz konusu olabilir. İngiltere ve Japonya’da şimdilik istikrar var gibi gözüküyor ama buralarda da hükümetler çok silik. Ne Keir Starmer ne Shigeru İshiba güçlü bir liderlik sergileyemiyorlar. İngiltere’de aşırı sağ güçleniyor.

Trump her ülkeyi etkiliyor

Trump 20 Ocak’ta koltuğa oturduğunda, bir suçtan dolayı hüküm yemiş ilk sabıkalı başkan olacak. Hakkında devlete karşı ayaklanma suçuyla açılan dava ise, dokunulmazlık gerekçesiyle Yüksek Mahkeme tarafından iptal edildi. Oysa Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon aynı suçtan dolayı görevden alındı. Yoon’un bu hafta tutuklanması an meselesi. Demek ki, ABD demokrasisinde bu tür suçlar başkana işlemiyor. Ne güzel hayat! Ama 6 Ocak Kongre baskını ABD tarihinde kara leke olarak kalacak.

Trump’ın gelişi ile dünya tepe taklak olacak gibi gözüküyor. Trump’ın tuhaf açıklamaları ilk önce komşu Meksika ve Kanada’da rahatsızlık yarattı. Bu ülkeleri ABD’ye gelen kaçak göçmenlere kucak açmakla suçlayarak onları cezalandıracağını belirtti. Daha sonra güvenlik gerekçesiyle Danimarka’dan Grönland’ı talep etti. Panama Kanalı’nın yönetiminin ise yeniden ABD tarafından üstlenilmesini istedi. Bu gerçekleşmezse askeri operasyona başvurabileceği tehdidini savurdu. Ayrıca, Trump’tan Meksika Körfezi’nin adının “Amerika Körfezi” olarak değiştirilmesi önerisi geldi. Oğul Trump, Kanada’nın ABD’ye katılmasını ima yolluyla ortaya attı. Bu yayılmacı açıklamalara içeriden ciddi bir eleştiri gelmemesi çok dikkat çekici. Amerika’nın Trump döneminde komşularına karşı agresif bir tutum takınacağı kesin gibi. Şimdiye kadar sakin gözüken Kuzey Amerika’da krizler yaşanırsa şaşmamalı.

Trump’ın hükümete aldığı kişilerin çoğu aşırı sağ görüşleriyle tanınan para babaları. Geçmişte yaptıkları açıklamalar aynen icraatlarına yansıyacak olursa dünyanın hali harap. Bunların arasında Elon Musk’ın özel bir yeri var. Dünyanın en zengin iş adamı olan Musk, Trump’ın kendisine verdiği hükümeti küçültme ve bütçede tasarruf yapma (Department of Government Efficiency-DOGE) görevlerinin ötesine taşarak, yabancı hükümetlerin altını oymaya başladı. Musk’ın radarında şimdilik İngiltere ve Almanya var. İngiltere’de Başbakan Starmer’i basiretsizlikle eleştiren Musk, Almanya’daki seçimlerde AfD’nin desteklenmesini istiyor. Bu arada Musk’ın İtalya Başbakanı Meloni ile hayli yakınlaştığı da iddia ediliyor. İtalyan basınında Musk’ın Meloni’den İtalyan gizli haberleşmesini sağlamak üzere Starlink şirketine 1,5 milyar dolarlık bir ihale elde ettiği öne sürülüyor. (Meloni bu iddiayı reddetti.)

Ve Suriye…

Batı demokrasilerinin ve ABD’nin hali böyle iken, medeni dünya Suriye’ye nasıl yön verebilir? Arap dünyası hiçbir zaman demokrasi ile tanışmadı. O yüzen elbette Suriye’den fazla bir şey beklenemez. Ama hiç olmazsa içeride daha barışçı bir politika izleyecek, katılımcı ve hesap verir bir yönetim şekli beklemek, hem Suriye halkının hem de Suriyeli göçmenleri geri göndermek isteyen Türkiye gibi komşu ülkelerinin hakkı.

Trump’ın tavırlarından, Suriye aşırı sağcı danışmanlara, İsrail ve Pentagon’a emanet edilecek gibi görünüyor. ABD’nin Suriye politikalarının görünürdeki icracısı da yeni Dışişleri Bakanı Marco Rubio olacak her halde. Elon Musk ve Trump’ın damadı Gerard Kushner Suriye senaryolarına katkıda bulunurlarsa şaşırmayalım. Yapılacak çalışmalara ucundan AB de katılacak. Biz çok hevesliyiz ama, Türkiye’nin sesi ne kadar dinlenir, bu meçhul. ABD ve Avrupalılar Türkiye’yi Roma’da yapılan toplantıya davet bile etmediler. Rubio’nun Türkiye’yi ne kadar sevdiği ise malum. Suriye Türkiye’nin başını ağrıtmaya devam edecek ve çok bilinmeyenli bir denklem olarak karşımızda uzun süre kalacak gibi.

Hep söylendiği üzere, Suriye’ye girmek kolay, çıkmak zor. En az zararla bu işten kurtulabilirsek ne âlâ.