Bu defa seni değil başkan, ebedi şef yaptıracağız

Başkanlık sistemleri akla gelince kıyas çoğunlukla ABD’yle yapılıyor, çizgi oradan çekiliyor. Oysa bizim yapı (henüz?) gecekondu. Yıllar içinde peş peşe türlü tadilat da yapılsa, gecekondudan malikane olmaz. Yıkıp yeniden yapmak gerekir. Üzerinde bulunduğu arsanın yerine göre gecekondu sahibi kentsel dönüşümle kazançlı da çıkabilir. Veya o beklentiyle, “yapım bozuk ama yerim değerli” savına oynayarak olumlu değişim hatta —işte, adı üzerinde— dönüşüm  yaşamayı umabilir.   

Güncel gecekondu görünümüyle bizim başkanlık düzeni, siyaseten parçası olduğumuz Batı devletler ailesinden çok, coğrafi komşular Rusya, Azerbaycan veya Orta Asya cumhuriyetlerini çağrıştırıyor. Yahut çubuğun ucunun giderek artan biçimde o yöne bükülüyor olmasından kaygılanıyoruz. Esasen bu düzene deyim yerindeyse “tekme tokat” 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından ya da doğrudan onun etkisiyle geçmiş oluşumuz da bu kaygılarımızı ciddi kılan nedenlerden.    

Mutlaka bir karşılaştırma yapmak zorunluysa, Fransa’nın V. cumhuriyetle (1958) geçtiği başkanlık yapısını ve tarihçesini daha esin verici bulduğumu çok kez belirttim. Aradaki temel fark, orada meclise sorumlu başbakan ve bakanlar kurulunun olması. Esinlenilebilecek taraflarsa başkanlığa geçişin cumhuriyete üflediği yeni ruh ve başkanlık düzenine Cezayir Savaşı’nın ittirmesiyle geçilmesi ile nihai çözümün (varoluşsal badireler de atlatılarak) Cezayir’e bağımsızlık verilmesiyle bulunması.

Bugünkü durumuyla Fransa, karşı karşıya bulunduğu ve demokrasisini mükemmelleştirip, tahkim ederek aşmakta zorlandığı kimlik ya da yurttaşlık ve laiklik uygulaması sorunlarıyla da bizimle benzerlik gösteriyor. Bizim yönetsel yapımızı (III. cumhuriyetinden) uyarladığımız ve üniter devlet modelinin “ağadayısı” denilebilecek Fransa, sürekli ademimerkeziyetçi yönde reformlar yaparak, Avrupa Birliği (AB) üyeliği gerekleri doğrultusunda bölgeselleşmeyi de kendine uyarlayarak ve resmi dilin yanı sıra ana dillerde eğitim konusunu da yine AB muktesebatı çerçevesinde çözmeye çabalayarak farklı bir evrim geçirmiş.

En azından Fransa, AB standartlarında oldukça hantal bürokrasisine rağmen, durağan olmamış, devinim göstermiş. Bir diğer olası başat esin kaynağı da İspanya’nın Franco’nun ölümünün ardından genç kral Juan Carlos’un manevi güvencesi (şuur ve tasavvuru) ile pragmatik merkez sağ başbakan Suarez’in temkinli, özenli ama aynı zamanda tempolu siyasetiyle 1975-1982 arasında deneyimlediği demokratik dönüşüm. Süreç, 1982’de Suarez’in devrilmesi, aynı gün yaşanan (operetvari) darbe girişimi, peşine aynı yıl NATO üyeliğine ve 1985’te AB üyeliğine ulaşılarak tamamlanmış. İspanya da ademimerkeziyetçi yöne saparak “özerklikler devleti” denilen bir yapı geliştirmiş ama anayasasına göre federasyon değil.                  

Fransa’da cumhurbaşkanları için “saatlerin efendisi” (“maitre des horloges”) de deniliyor. De Gaulle kendi boyuna göre (meraklısı için: 1.96m) diktirdiği başkanlık elbisesinde önceliği meclisin siyaseti tıkamamasına vermiş. Dolayısıyla, cumhurbaşkanının seçim, referandum, hükümeti kuracak başbakan adayını seçmek gibi yetkileri var. Bugün burada, Erdoğan da 31 Mart 2024 yerel seçim yenilgisinin ardından yitirir gibi olduğu inisiyatifi, önce “normalleşme” uyuşukluğuyla zaman kazanarak, sonra Suriye ve İmralı hamlelerini yaparak yeniden eline geçirmeyi becerdi.  

Yeni başlayan sürece ilişkin olarak Nuray Mert yine bu “Sadece iktidar ittifakı değil, Kürt siyasi aktörlerinin de ‘demokratik güçler veya kamuoyu’ndan beklediği, hangi adımı atarlarsa atsınlar, sonuç ne olursa olsun onaylanmak, alkışlanmak. Kürt siyasetinin ana aktörlerinin ötesinde, onları destekleyen çevrenin de ‘Kürtlerin dostları’ndan beklediği bu. Yoksa, Kürt dostu iken, Kürt düşmanı ilan edilmek işten bile değil,” yorumunu paylaştı. Benim kendi izlenimim de buna koşut.

Bu durum CHP’yi hem iç çelişkileriyle hem izlenecek siyaset konusunda açmazlarla karşı karşıya bırakıyor. Zira, “istemezük” demek de “alkışlamak” da herhalde CHP’ye siyasal getiri sağlamayacak. Futbol analojisi yaparsak, topu rakibe bırakmak da bir tercih. Ancak o seçenekte beklerin “uçması”, hücumcuların da akıllı pres yapmaları gerekiyor. CHP ise sanki hem oyunu kendi yarı sahasında kabul eder, hem topu rakibe bırakır bir havada. Suriye meselesinde CHP’nin sesi çatallanır ve sözü işitilmez olurken, yeni İmralı süreci konusunda da çözüm yeri olarak TBMM’yi göstermekle ve çözüm kriterinin de şehit-gazi yakınlarının incinmemesi olacağını belirtmekle yetiniyor.   

Belki yakın geçmişe dönüp bakması CHP’nin yoluna ışık tutabilir. Çünkü bu karanlık yere varışımızdaki iki etken önce 7 Haziran 2015 seçimi öncesinde Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” itirazıyla ortaya koyduğu siyasal bilinç ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle rejimin değişmesi olmuştu. Dönüyoruz, dolaşıyoruz, aynı yere geri geliyoruz. AKP-MHP koalisyonu için mesele Erdoğan’a dönüp “seni sonsuza dek başkan yapacağız” demekte, CHP içinse artık birinin çıkıp “ben cumhurbaşkanı adayıyım”  diyebilmesinde düğümleniyor. Ama CHP’ye bu da yetmiyor; Cumhurbaşkanı adayının CHP genel başkanı da olması gerekiyor.

Son yazımda belirttiğim gibi, bu arada dünya Ankara’nın çevresinde dönmediği gibi Kürtlerin akıbeti de Ortadoğu’nun en kritik meselesi değil—hele küresel gündemin birinci maddesi hiç değil. Eğer ayırdında olur, ona göre davranırlarsa bu durum sürecin tarafları ve paydaşlarınca olumlu değerlendirebilir. Ya da tam tersine “beklenen ilgi gösterilmiyor” gerekçesiyle hırçınlaşabilir veya irrasyonel de davranabilirler. Öcalan ise İmralı’daki hücresinde gerçek “saatlerin efendisinin” kendi olduğu zannına kapılırsa, korkarım akıbet niyeti karşılamaz. Bir diğer saat kadranının akrep ve yelkovanı da, 20 Ocak’ta Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasına dönüyor.