Ankara, 1989’da Demir Perde’nin çökmesi ve peşine 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş bitmemiş gibi yaptı. 1991’deki 1.Körfez Savaşı ve 1992’deki Irak’ta Uçuşa Yasak Bölge uygulamasını bunlara göre daha çok önceleyip, önemsedi. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın bitip, dünyada özgürlük melteminin hissedildiği 1990’ları “düşük yoğunluklu” bir iç savaş havasında, teyakkuz halinde geçirdi.
Böylece yanlış veya eksik de bulunsa “Eski Türkiye” denilebilecek dönem eskiyerek ölemedi. Kendi cesedini sırtında sürüklerken 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın teslim alınmasıyla bir “avans” da elde etti. Ancak onu da topu topu altı ay sonra 17 Ağustos 1999 depremiyle tüketip son nefesini verdi. Aradan 25 yıl geçmiş ama alelusul yine geçmemiş gibi yaparak “İmralı seferleri başladı” haberleriyle yeni yıla giriyoruz.
Bu yüzyılın ilk çeyreğini dolayısıyla cumhuriyet tarihimizin dörtte birini Erdoğan yönetiminde geçirdik. 27 Mayıs 1960’dan bu yana giderek bozulmuş olan asker-sivil dengesi, 90’larla birlikte dış politika ve ulusal güvenlik politikalarının hepten askeriye, hariciye ve istihbarat bürokrasisine ihale edildiği bir doğal ortama evrilmişti.
İktidarının ilk döneminde “samimi mi, değil mi”, “bunlar geldi, böyle oldu” ve buna benzer savlarla boğuşan AKP kimi zaman çekingen, kimi zaman tutarsız, kimi zaman vizyonsuz da olsa AB üyeliği için uyum, Ermenistan’la sınır kapılarının açılması, Yunanistan’la gerilimi düşürmek, KKTC’de çözüm denemeleri, Kürt Sorunu’nun terörle mücadele yerine müzakere yoluyla halli için adımlar atıyordu. Askeriye, hariciye, istihbarat bürokrasi sacayağı da aynı dönemde takoz ve el freni işlevi görmeyi “vatanı kurtarma” görevinin parçası varsayıyordu.
Muhalif partilerin de ıskalamayı yeğlediği cumhuriyet tarihimizin nadir organik sivil toplum patlamalarından olan 2013 Gezi direnişine dek “ilk perde” iyi-kötü devam etti. Başarısız olduğunu, başarıya ulaşmasını engellediğimizi sürekli kendi kendimize yineleyegeldiğimiz 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardındansa bambaşka bir yola girildi. Rejim değişti ve ayrıca Genelkurmay Başkanlarının Milli Savunma Bakanı atanması usul ittihaz olundu yani iki kurum birleşti.
Gözlerimizi göbek deliklerimizden yeniden ufka doğru kaldırırsak, ilk çeyreğinin sonuna vardığımız bu yüzyıl kısa ömürlü “milenyum” coşkusunun ardından esas itibarıyla ABD’ye yapılan 11 Eylül 2001 saldırılarıyla açılmıştı. Ortadoğu yahut Yakındoğu diye adlandırabileceğimiz bölgemizde 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali, 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, 2014’de IŞİD’in ortaya çıkışı, (arada kuzeyimizde 2022’de Rusya’nın da Ukrayna’yı işgale girişmesi), 7 Ekim 2023 Hamas’ın Gazze’den İsrail’e kitlesel intihar saldırısı, İsrail’in verdiği orantısız askeri yanıt ve nihayet o yanıtın sonucunda 2024’de Suriye’de Esat’ın devrilmesi dönemeçlerinden geçerek bugüne geldik.
Bugün ekonomik durum AKP’nin devraldığı asır başından da kötü. Demokrasi, haklar ve özgürlük karnemiz sıfırlarla dolu. Eğitimiyle, adaletiyle, gelir dağılımıyla insani gelişmişlikte dibe vurduk. Buna karşılık “Suriye” yönetime yeni bir ruh üfledi. Böylece bir “avans” da Erdoğan elde etmiş oldu.
Erdoğan “Esat’ı bizzat kendinin devirdiği, Suriyeli sığınmacıları yurtlarına göndermeye başladığı, ihracatla ve inşaat ihaleleriyle nice voliler vurulacağı, Şam’da Suriye tarihinde ilk kez tümüyle Ankara’ya müzahir bir yönetimin başa geçirildiği, PKK’nın da Suriye’nin kuzeydoğusundan çıkarıldığı” hatları üzerinden yürüyor ve daha epey yürüyecek. Yürümemesi esasen akla aykırı olurdu. Nitekim dünyada da ülkemizde de siyaset olgular değil algılar üzerinden yürüyor.
Erdoğan, “Suriye zaferi, Şam’ın fethi” iddiası üzerine bir “Büyük Türkiye” anlatısını da yeniden inşa ederek, dolaşıma sokuyor. İmralı’daki görüşmenin ardından Öcalan’ın Buldan ve Önder aracılığıyla paylaşacağı mesajları, DEM’i muhalefetten ayırmak ve kendi iktidarının sürmesi için tasarladığı anayasa değişikliğine destek devşirmek için kullanacağı da herhalde şimdiden belli.
Belki “İran gitti, Türkiye mi geldi” dedirtmemek için henüz Şam’a gidip Emevi Camii’nde izdiham ve nümayiş havasında namaz kılma görüntüleri vermedi ama o da pek yakında olacaktır. Erdoğan 20 Ocak’ta ABD başkanlığını devralacak Trump’tan da olumlu beklenti içinde. Gazze bahsinde sessizleşme, medyaya sızdırılan İsrail’le Suriye’de olası bir çatışmanın önüne geçmek (“deconfliction”) amaçlı temaslar yapıldığı haberleri ve Velid Canbolat görüşmesi de bu olumlu beklentiyle ilgili olabilir.
Buna karşılık genel anlamda CHP ise sanki o “eski Türkiye” bürokratik sacayağının kadim inciline iman tazelemeye devam eder izlenimi veriyor. Kendi içinde de bir uzlaşıya varamamış olacak ki İmamoğlu’nun TBB üzerinden en kısa sürede temas arandığını açıkladığı yeni Suriye yönetimi için Özel “kafa kesen adamlar”, “kravat takmakla olmaz” mealinde yorumlar yapıyor.
Oysa CHP’nin teşhir edebileceği çelişkiler yok değil, hem de çok. CHP, cumhuriyet kurumlarını yerle bir edenlerden Suriye’de devlet kurulmasına katkı sunmalarının beklenemeyeceğini belirtilebilir. Suriye’nin birliğinin Türkiye’yi bölerek, Türk halkını birbirine düşman ederek sağlanamayacağını vurgulayabilir. Golani’ye “sayın”, muhalefete “hain” denilemeyeceğinin altını çizebilir.
Suriye’de Golani’ye (bile) tanınan “ikinci şansın”, kendi ülkemizde sözgelimi Kavala, Demirtaş, Atalay ve daha nicelerine neden tanınmadığını sorgulayabilir. Suriye’de Golani teröristlikten çıkabiliyorsa, Türkiye’de iktidarı eleştirmenin nasıl olup da “terörizm” sayıldığını ve başta gazeteciler, neden her sözü beğenilmeyenin gözaltına alındığını, her muhalife gözdağı verildiğini sorabilir.
Son olarak, MSB kaynaklarına atfen paylaşılan “Terör örgütünün içinde yer alan ve Suriye vatandaşı olmayanlar Suriye’yi terk edecekler. Suriye vatandaşı olanlar da silahı bırakacak ve yeni sisteme entegre edilip edilmeyecekleri veya nasıl entegre edilecekleri Suriye yönetimi tarafından belirlenecektir.” ifadesi de yakında Fırat’ın doğusuna yeni bir askerî harekât yapılmayacağını, PKK’nın silaha başvurulmadan oradan çıkarılacağını düşündürüyor.
Eğer doğru anlıyorsam ve arkasındaki gerekçe ne olursa olsun bu da diplomatik kazanımın heba edilmemesi bakımından hayırlı bir gelişme sayılmalı. “Kürt Sorunu’nu tanıyan ve çözüm yerinin TBMM olduğunu” işaret eden CHP, o çözüm için mecliste kendi adına ne söyleyeceğini de çekinmeden ve gecikmeden DEM yönetimiyle değil seçmeniyle paylaşırsa siyasal tabanını herhalde güçlendirmiş olacaktır.