Dış ya da iç pek fark etmiyor. Siyaset, uzun süredir, müsabaka kavramlarıyla konuşulan, değerlendirilen bir mesele. Siyasetin -ağırlıklı olarak- sonuçla ilgili olduğu hatta bir tür yarış olduğu elbette söylenebilir. Aslında sadece bunun için yapılan ve yapılması gereken bir şey olduğunu iddia edenler bile var. Ancak siyasette, müsabakanın bitiş zamanı önceden tayin edilmediği için; “sonuç” sadece tabelaya bakılarak görülemiyor veya tabelada görünen, nihai sonuç olmuyor. Suriye meselesi, bu sığlıkta boğulmanın kıyısında ilerliyor. Herkes kazananlar, kaybedenler listesi yapıyor; bu soru etrafında kanaat kuruyor veya ölçüyor. Böyle bakınca, kazanmışa sevinenlerle kazanmış görünene kızanlar, kaybedenler için karalar bağlayanlarla kaybedenlerin helvasını karanlar, en gürültücü kalabalık haline geliyor. Kabaca “bu kadarını kimse öngöremezdi” diye özetlenebilecek bir avuntuyla, alandaki şaşırtıcı görünüm yatıştırılmaya çalışılıyor. Diğer taraftan, şaşkınlıktan endişeye kadar bir sürü duygu, “daha dur neler neler olacak” cümlesinin arkasına saklanmaya çalışıyor.
Suriye’de hem alanda, hem de yeni durumun muhtemel masalara yansımasında, belirsizlik ve netlik eş zamanlı bir yolculuk yapılıyor. Belirsizlik ve netliğin aynı anda yükseliyor görünmesi, tuhaf bir çelişki gibi algılanabilir ama durum tam da böyle. Her netleşen pozisyon, yeni belirsizlikler üretiyor; her belirsiz kalan pozisyon, tarafları netleşmeye zorluyor. Öngörülemez bir süratle sonuç aldığı düşünülen harekatın ardından, yeni denge dinamiklerindeki devinim hiç yavaşlamıyor hatta aynı hıza ayak uydurmuş gibi. Aktif aktörler kadar ve aktörlerin kimler aracılığıyla, hangi ağları kullanarak ilişki kuracağının haritası belirginleşiyor. Türkiye’nin meseledeki rolü konusunda -Trump’ın açıklamalarından sonra- artık daha az tereddüt var. En azından böyle görünmesine ve Türkiye’nin abartılı hüsnü kuruntusuna peşin bir itiraz gelmeyeceği anlaşılıyor. (Bu rol tesliminin arkasında Fehim Taştekin’in uyardığı gibi “sorumluluk yıkma” niyeti olması da kuvvetle muhtemel) Ancak, Türkiye’nin kendi rolünü kabul ettirme dışında, rol dağıtımı konusunda da inisiyatif alma hevesinde olduğunu görmeye başladık.
MİT Başkanı İbrahim Kalın’ı namaza götüren otomobilde verilen fotoğraftan sonra, Hakan Fidan’ın Rojava konusunda Suriye geçici yönetimini (HTŞ’yi) pozisyon almaya çağırması, rol almaktan rol dağıtma aşamasına geçişin en önemli işareti sayılabilir. Erdoğan’ın “Türkiye, Türkiye’den büyüktür” çıkışının ardına, Suriye anayasasına “danışmanlık” iddiası da ayrıca not edilmeye değer. Diğer tarafta ise iki hafta içinde SDG’nin beş büyük adımla “geri geri gitmesi” de pozisyon netleştirme çabası olarak görülebilir. (Fırat’ın doğusunu boşaltma, Suriye bayrağı kullanımı, HTŞ ile görüşme arayışı, Kobani’nin silahsızlandırılması önerisi, Suriyeli olmayanların çıkarılabileceğinin söylenmesi) ABD’nin Kürtlerin yanında durup Türkiye’yi iknaya uğraşmakla, Kürtleri belirli güvencelerle mutabakata ikna arasında tercih yapmak zorunda kalacağı görülüyor. AB’nin -beklendiği gibi- göçmenler öncelikli ve son derece pragmatik pasif pozisyonlanmaya razı olduğu çok erken anlaşıldı. Türkiye’nin, harekat sırasında Rusya ve İran’ın pozisyonlarını engellemekle övünmesine de ciddi itiraz gelmedi.
“Kürt meselesinin uluslararasılaşması”, çeşitli -hatta taban tabana zıt- çevrelerin pek sık kullandığı argümandı. Kimileri emperyalist komplolar için, kimileri Erdoğan’ın elinin zayıflığı için hala başvuruyor. Çözümsüzlüğü de çözüm umudunu da bu cümleyle ilişkilendirenlere rastlanıyor. Suriye denkleminde yine benzer değerlendirmeler revaçta. Bütün değerlendirmelerde dış aktörler ve özellikle ABD’nin takındığı ve takınacağı duruma ilişkin okumalar etkili oluyor. Fakat bu okumalardaki önemli zaaf, alanda her şeyin değiştiği konusundaki genel mutabakata rağmen, ABD’nin mevcut ve muhtemel tutumu konusunda hala eski parametrelerin kullanılması. İlk işaretler, ABD’nin koruyucu kalkanlarını, çatışma engellemekten öteye taşıma konusunda pek de istekli görünmediği şeklinde. Yani “kurucu” bir işleve heves pek görünmüyor. SDG’nin bir tek ABD kalkanı“ güvencesine” sıkışmış gösterilmesi de hiç rahatlatıcı değil. Çünkü operasyonlarını ertelemek, Türkiye için artık daha az zaman baskısı yaratıyor. Bu yüzden Fidan, “ev ödevi” dediği “tasfiye”’ aşamalarını, “eninde sonunda” diyerek bağlama rahatlığında. Ayrıca, ABD-İsrail ekseninin İran hedefi için “verimli partner” değerlendirmesindeki değişiklik olasılığı az değil.
Bütün bunlar, belirsizlik ve netlik basamaklarındaki hareketliliğin alandaki hız ve akışkanlıkla uyumunu gösteriyor. Ayrıca dış dinamiği iç dinamikle bağlamada kilit önemdeki İmralı ziyaretinin yaklaştığı haberleri de yoğunlaştı. Elbette bu ziyaretten, somut veya süreci etkileyen bir gelişme çıkması durumunda, netlik ve belirsizlik kulvarlarındaki tansiyon daha da yükselebilir, iç dinamik çok baskın hale dönüşebilir. Suriye ve Türkiye anayasa süreçleri tuhaf bir örtüşmeye konu edilebilir. Bahçeli’nin sunumunda ilk andan itibaren belirgin olan ama birçok kişinin böyle değilmiş gibi davrandığı, “riskleri kullanarak fırsatları maksimize etme” veya “vermeden alma” tutumu, aleniyet kazanabilir. Sürecin hala -ve belki asla- “çözüm” ortak parantezine alınamamasının nedeni, çözüm başlığının altına herkesin yazdığının farklı olması. Ancak bu boşluk ya da belirsizlik, sadece güvensizliği beslemiyor, müdahale edilebilme vehmini kışkırtıyor. Oysa belirsizlik, sürecin eksiği ya da bir tasarım hatası değil, özellikle boş bırakılmış bir sayfa. Belirsizliği gidermek, süreci başlatanların yerine, sürece çağrılanlara yüklenmiş sorumluluk. Kürtler, Öcalan ağzından nihai bir netleşmeye çağrılıyor.
Bahçeli’nin açtığı kapı, başından itibaren müzakereye hatta müzakere masasının bulunduğu alana çıkmıyordu. (Üstelik bu saklı gizli bir art niyet değil) Bahçeli’nin, Fidan’ın ve Erdoğan’ın başka bağlamlarda tekrar ettiği bir “tarihi” mecburiyetin kapısı olarak gösteriliyordu. Karamsar cenahta iki ayrı yorum öne çıkıyor. Suriye’deki gelişmeleri öngörülemeyen bir durum olarak değerlendirenler, eli güçlenen Türkiye’nin muhatabı en geriye itme hedefine yönelebileceği fikrinde. Benim de içinde yakın olduğum diğer yaklaşım ise sürecin baştan Kürt hareketi için “exit plan” olarak sunulduğu. İyimser yorumlar ise iktidarın sıkıştığı için buna mecbur olduğu varsayımında ısrarcı olanlarla, daha kötüsünden sakınmak için uzlaşma veya müzakere kapısı açılabileceğini söyleyenler şeklinde ayrışıyor. Yaklaşım farklarına rağmen bütün bu yorumlar Suriye’deki dinamiğinin iç politik dile çevrilmesindeki kontrolün iktidarın elinde olduğunu gösteriyor. En azından bunun aksine yeltenecek veya yeltenirse becerebilecek başka bir aktör meydanda yok. Zaten Bahçeli’nin bu kadar rahat oyun kurucu olabilmesi, alanın nasıl bomboş bırakılmış olduğunun kanıtı.
Önümüzdeki günlerde ve muhtemelen gelecek yılın ilk ayında, belirsizlik ve netleşme konularındaki hareketlilik hız kaybetmeyecek. Niyet, gerekçe ve “çözümden” anlaşılan bir kenarda tutularak; sadece bir ihtimalin peşini sürmek, tabir yerindeyse “sürece sızmaya çalışmak” elbette mümkün ama başarı şansı çok tartışmalı. Zaten iki taraf da -farklı nedenlerle- “ötekilerden” katılımdan ziyade katkı sınırında destek talep ediyor. Çünkü ikna, bu sürecin enstrümanlarından biri olarak gösterilmiyor. Bu kadar hızlı ve aceleye mahkum edilmiş bir sürece katılımcı müdahalenin kolay olmayacağı da ortada. Çatışma çözümlerine ilişkin literatürün gösterdiği, “karar vericileri etkileyecek kamuoyu oluşturmak” veya kolaylaştırıcılık için yeterli zaman ve imkanın olduğu pek söylenemez. Öyleyse ne yapmalı? Galiba ilk olarak, en kestirme yol ve sonuç alıcı yöntem gibi gördüğü için fazla mesai yiyen ”süreci etkileme” gayretinden fazlasını düşünmek lazım. Çünkü, yapabilirliği olanların harekete geçmesini bekleyerek ya da bu ihtimali fırsat görerek motive olabilen “çözüm perspektifi”, kendini ikna etmekte bile zorlanıyor.