Türkiye "yeninin öncüsü" mü olacak: Batı’ya mı döneceğiz, Doğu’ya mı?

Neredeyse iki yüz yıllık tartışmalarımızdan birisi de, Türkiye’nin yönünün Batı mı Doğu mu olduğu ya da olması gerektiği meselesi. Ülke siyasetini de aydınların tartışmalarını da pozisyonları, temel tercihleri de şekillendiren akslardan birisi, belki de birincisi.

Acaba meseleyi Batı-Doğu ekseninde bir tercih belirlemek üzerine yürüyen bir tartışmadan çıkarıp başka bir yerden, örneğin insanlığın, medeniyetin, hayat biçiminin aktığı genel gidişattan ve bu gidişat içinde ülke nerede durmalı, neyi hedeflemeli üzerinden yürütsek daha kolay bir uzlaşma ve hedef birliği sağlayabilir miyiz?

Feodal dönemin ya da tarım toplumunun yaşam biçimi endüstriyel üretimle beraber değişmeye başladı. Kırlardan kentlere göçle tarım toplumunun gündelik yaşam ritmi, zihniyeti, kurumları, kuralları değişti. Giderek tarım toplumuna göre biçimlenmiş devlet ve yönetim biçimleri, imparatorluklar, krallıklar, padişahlıklar, hayatı ve meseleleri yönetmeye yetmemeye başladı. Geleneksel tanımıyla üretim biçimi hayatın tüm alanlarını yeniden şekillenmeye zorladı. Pozitif hukuk, laiklik, eğitim sistemi sanayi toplumuna göre yeniden yapılandı.

Endüstriyel üretimin ve sanayi toplumunun temel kabulü standardizasyon ve ölçek. Üretimin iki temel hedefi var. Birincisi ürünü ve hizmeti en küçük tanımlanabilir parçalara ayırmak ve standart hale getirmek. Montaj hatları kurgulamak da bu çabanın sonucu. İkincisi de standart hale getirilmiş ürün ve hizmeti üretilebilir en yüksek miktarlarda üretmek ve tüketmek. Kar maksimizasyonu ve sermaye birikimine, ‘en düşük maliyetle en yüksek kar’ hedefine, ölçeği büyüterek ulaşmak. Bu kabulün sonucu olarak da dünyanın neresinde olursanız olun aynı bardağı, tabağı kullanmak, aynı markaların aynı renk ve biçimlerinde kurgulanmış lokantalarında aynı yemekleri yemek, aynı renk ve biçimdeki gömlekleri giymek makbul ve temel hedef oldu.

Giderek ürün ve hizmetlerdeki standartlaşma bireyin, yurttaşın davranışlarında da standartlaşmaya kadar uzandı.

Bunun sonucu olarak devlet, hukuk, eğitim de standartlaştı. İmparatorluklar, padişahlıkların yerini ulus devletler aldı.

Sanayi toplumuyla beraber zihniyeti, kurumları, kurallarıyla yeni bir hayat biçimi, kültür, medeniyet oluştu. Sanayi toplumu olabilme sürecinin iki katmanı her ülke ve toplum için hedef haline geldi; ekonomik kalkınma ve toplumsal modernizasyon.

İster endüstriyel üretimin başlangıcını ister Fransız İhtilali’ni milat kabul edelim, son iki yüzyıl sanayi toplumu olabilme hayalleri ve hedefiyle geçti.

Hedef tartışması

Osmanlı’nın son yüzyılında başlayan, Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet’le beraber sıçramaya dönüşen ekonomik kalkınma ve toplumsal modernleşme hedefi de buydu zaten. Osmanlı’nın kalkınma arayışları Cumhuriyet’le beraber Türkiye’nin kapsamlı ve bütünleşik bir “muasır medeniyete” ulaşma hedefine dönüştü. Yüz yıl önce ülkenin önünde örnek alabileceği, kopyalayabileceği muasır medeniyetin kurumları, kuralları, başarı hikayeleri vardı.

Bu hedeften bakılınca yöntemlere, politikalara, süreçlere dair farklılıklar, gerilimler, tartışmalar olsa da hedef tartışması olmadı ülke siyasetinde. Toplumun çok büyük kesimleri de “muasır medeniyete” ulaşma hayalini, iddiasını benimsedi. Bugün geldiğimiz noktada sanayi toplumu olma yolculuğu, kalkınma ve modernleşme süreçlerinde Türkiye’nin başardıkları var, başaramadıkları var.

Tüm eksikliklerine, sorunlarına karşın ve kim ne derse desin, toplumun tercihi hala muasır medeniyet olarak kabul ettiği hayat biçimi, bilime dayalı hukuk, eğitim, laiklik. Hangi araştırmayı yaparsak yapalım, “Türkiye kurumları, kuralları, hayat biçimi bakımından hangi ülkelere benzesin” diye sorsanız, ya da “Hangi ülkede yaşamak istersiniz” diye sorsanız her on kişiden yedisi bir Avrupa ve Batı ülkesi söyler. Geri kalanları da bir Doğu ülkesi söyleyenler değil, “Biz bize benzeriz” diyenler, “Bu ülkeden başka yerde yaşamam“ diyenlerdir. Toplumun çok büyük kesimlerinin hayallerinde hiçbir zaman diğer Müslüman ülkelere benzemek, bir Doğu ülkesine benzemek ya da bir başka medeniyet tanımı yapmak yer almamış.

Sürdürülebilme krizi

Öte yandan kültürel kimliklerine sahip çıkmak, inancını, geleneklerini yaşatmak, bu hasletleriyle beraber muasır medeniyetin içinde olmak arzusu, ihtiyacı ve talebinden de vazgeçmemiş. Türkiye toplumu için şu karakteristiğin geçerli olduğunu söyleyebiliriz: Bu memleketin insanlarının muasır medeniyetten beklentileri ekonomik, muasır medeniyet kaynaklı kaygıları kültürel, muasır medeniyete dair duyguları ise siyasi.

Herkes ekonomik kalkınma ve refaha ulaşmanın, adil gelir dağılımı ve adil bir hayatın kurumlar ve kurallarla mümkün olabildiğini biliyor. Ama çoğunluğunun ahlaki kodlamalarla kültürel kimliklerinden kaynaklanan tereddütleri, kaygıları var. Öte yandan muasır medeniyet içinde olduğunu kabul ettiği ülke siyasetçilerinin Türkiye’ye, Türkiye’nin çıkarlarına, kültürel değerlerine, inancına dair söylemlerindeki tını ve ton da gündelik hayattaki muasır medeniyete dair algıları ve duyguları etkiliyor.

Fakat bugün muasır medeniyetin kendisi de Türkiye de krizler yumağı içinde. Endüstriyel üretim modeli, ekonomik kalkınma yol ve yöntemleri teknolojik sıçrama ve insanın/toplumun değişmesi nedeniyle sürdürülebilme krizi yaşıyor. Yanı sıra yoksulluk ve adaletsizlik, gelir dağılımındaki bozulma derinleşiyor. Sanayi toplumunun küresel kurumları ve politikaları yetersizlikleri nedeniyle çökmüş durumda. Tektipliliğe dayalı ulus devlet modeli meseleleri yönetmeye yetmiyor ama hala da ulus devlet modelinden daha etkin bir yönetim modeli geliştirilebilmiş değil. Her gün insan hakları kavramının içi boşaltılıyor. Özünde standardizasyona, ölçeğe, tektipliliğe dayalı kalkınma ve modernleşme projesi hayatın çokluğunu, çeşitliliğini kapsayamıyor.

Esas itibarıyla muasır medeniyetin mimarı ve örneği Batı bugün, ahlaki, siyasi, ekonomik olarak tüm altyapısı, üstyapısı, zihniyeti, kurumları, kurallarıyla tökezliyor. Öte yandan hala sanayi toplumu olabilme yolculuğunda oldukça derin meseleleri olan Doğu, muasır medeniyeti aşacak bir hikâyeye de sahip değil. Bugünün çeşitliliğine ve çokluğunu cevap verecek biçimde insan hakları kavramını ve iddiasını daha kapsayıcı bir biçimde örneğin “onurlu yaşam hakkına” çevirecek, temsili demokrasinin krizini otoriterliğe dönüş yerine “katılımcı demokrasiye” dönüştürecek, ekonomik büyümeyi “adil ve sürdürülebilir refah” hedefine yükseltecek yeni bir iddia hatta arayış da yok Doğu’da. Aksine ekonomik bakımdan büyümüş olsalar bile neredeyse tümünde hala keyfilik, otoriterlik, adaletsizlik, yoksulluk baskın bir hayat var.

Sanayi toplumu sonrasına ya da bilgi toplumuna dair yeni bir hikâye, ütopya yok elimizde. Yeni çağın hikayesinin, ütopyasını, iddiasını inşa edebilmek yerine krizler yumağı içinde, özgün bir ara dönem olarak, temsili demokrasinin krizinden beslenen popülizm ve otoriterliğin yükseldiği, küresel siyasi ve ekonomik egemenlik gerilimlerinin neredeyse sıcak savaşlara doğru evrildiği, küresel kültürel gerilimin Haçlı Savaşları’na benzerliğe meylettiği bir dönemden geçiyoruz.

O zaman soru şu; Türkiye tarihin bu zaman aralığında nerede durmalı, hangi hedefin peşine düşmeli? Bu memleketin ve toplumun uzun vadeli ve sahici çıkarı nerede? Türkiye meselelere hangi ölçekten bakmalı, yalnızca kendisinden mi, Türk dünyası üzerinden mi, Müslüman coğrafyadan mı, Orta Doğu’dan mı, Akdeniz’den mi, insanlığın ve gezegenin geleceğinden mi?

Aslında bu soruya vereceğimiz cevap üzerinden bakınca bugün Suriye’de olan biteni anlamak ya da Türkiye’nin geleceğine etkisini bu perspektiften tartışmak mümkün.

İktidarın meseleye bakışı ve tercihleri açık, net. Bu zihni koalisyonun parametreleri ve uzlaştıkları hedefler de belli. Yurttaş ve toplumdan önce devlet, devletin bekası ve devletin güvenliğini esas alıyorlar. O nedenle devlet eleştirileri, siyasi muhaliflik ve giderek siyasi alan kısıtlanmaya, kontrol edilmeye, baskılanmaya çalışılıyor. Toplumsal yaşama özgürlükçü değil ahlakçı bakış egemen. O nedenle toplumsal cinsiyet eşitliği meseleleri ve hayat tarzı farklılıkları ötekileştirilerek kısıtlanıyor. Ülkenin çıkarının tanımı ve sınırları ilkelerden değil Türk ve Müslüman coğrafyaya liderlik gibi kimliğe dayalı politikalarla belirleniyor. Bilim, hukuk, eğitim, laiklik yerine keyfilik, bilim dışılık, itaat önceleniyor. Bu zihni koalisyon hayatı düzenlemeyi değil denetlemeyi amaçlıyor. O nedenle teknolojik öncelik ve politikalar askeri çerçevede şekilleniyor.

Dünyanın bu krizler yumağı içine sıkıştığı zaman aralığında güç gerekliliğini ihmal etmek mümkün değil elbette. Öte yandan güçlü olmak kadar güvenilir olmayı da hedef bellememiş bir devlet anlayışı ile ne Suriye’de ne Orta Doğu’da ne de kendi toplumuna karşı başarılı olmak, etkin olabilmek mümkün mü?

Dünyanın bir kısmına liderlik yapmak, yönetmek iddiasını yalnızca güçle, askeri teknolojiyle sağlamak mümkün mü?

Daha da önemlisi dünyanın herhangi bir kısmına kendi kendimize biçtiğimiz liderlik rolü mümkün, ulaşılabilir, başarılabilir bir hedef mi?

Kilit taşı

Dünyanın Türkiye’si olduğumuzu ıskalayarak Türkiye’yi bir kimliğin, coğrafyanın, tahayyülün içine sıkıştırmak mümkün mü?

Tüm bu karmaşa ve sıkışıklık içinde Türkiye dünyanın “kilit taşı” olabilir. Kilit taşı mimarlıkta taş örgüsünün kilitlenmesini sağlayan ve genellikle bir tonoz, bir kemer ya da bir kubbenin en yüksek noktasında bulunan taşa verilen isim. Kilit taşının üstlendiği fonksiyon, üstüne binen ağırlığı yanındaki taşlara aktarması, iki taraftaki eğimlerin dengede durmasını sağlamasıdır.

Türkiye küresel siyasi, ekonomik ve kültürel egemenlik savaşının da sanayi toplumunu aşacak geleceğin de etkin bir aktörü olabilecekse bir tarafın askeri ya da lideri olarak değil “yeninin öncüsü” ya da “yeninin kilit taşı” olarak bu rolü oynayabilir. Sanayi toplumu olabilme ve şimdi de bilgi toplumu olabilmeye dönüşen sürecin içinde kendisi için üreteceği çözüm modelleriyle Doğu’ya örnek olabilir ama asıl önemlisi krizdeki muasır medeniyete de can ve ruh üfleyebilir.

Bu kez önümüzde örnek alınılabilecek, kopyalanabilecek modellerden çok ne yapmamız gerektiğine dair engin deneyimler var. Dünyanın Türkiye’si dünyanın krizler yumağının da vaka analiz laboratuvarı gibi. Bu durum da gidişatın olumsuz anaforuna kapılıp savrulmak kadar, yeni bir hikâyenin de fırsatlarını barındırıyor.

Bunu başarmanın yolu ise bu karmaşıklığı ve çeşitliliği esas alarak toplumsal uzlaşma yoluyla devletin ve yönetimin yeniden inşası olabilir ancak. Bu süreci başarmanın, yeni düzenin formülünü, maharetini dünyaya göstererek Türkiye bu etkin rolü kazanabilir.