Önceki iki değişimin Türkiye’ye uyarıları var

ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Suriye’deki değişime dönük açıklamalarından sonra baş gösteren tartışmaları izlerken vardığım iki temel sonuç şu: Suriye’deki rejim değişikliği Türkiye’nin eseridir ve Türkiye’nin gücü de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan gelmektedir.

Trump’un konuya ilişkin sözleri dışarıda konunun böyle değerlendirildiğine ışık tutuyor. Dış basın da zaten Suriye’yi Baas Partisi ve Beşşar Esad’tan kurtaranın Türkiye olduğunu daha ilk günden vurgulayıp duruyor.

Yetkili ağızdan çıkan açıklamalar ve iktidar partisine yakın medyanın haber ve yorumlarıyla Türkiye de bunu kabullenmiş görünüyor.

Değişimi gerçekleştiren en büyük muhalif silahlı güç olan Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) komuta kademesi de, övgüde Türkiye’yi öne çıkartan söylemleriyle kabulün yerleşmesine katkıda bulunuyor.

İçte ve dışta sevinçle karşılanan komşu ülkedeki değişimi Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan sağlamış sayılıyor…

Gelişmenin bu aşamasında, ülkemiz ve siyasi iktidar, hiç kuşkusuz bu genel kabulden yarar görecektir.

Benim endişem, orta ve pek de uzun sayılmayacak vadede sorunlarla karşılaşılabilme ihtimalidir.

Önce ‘pek de uzun olmayan’ diye nitelendirdiğim vadeden söz edeyim.

Türkiye Cumhuriyeti bir boşlukta kurulmuş değil; Osmanlı Devleti’nin devamı olduğu malum. Osmanlı’nın 600 yıla varan döneminde en uzun süreyle yönetimi altına düşmüş topraklarda bugün sayısız Arap ülkesi bulunuyor.

Suriye de onlardan biri.

Irak da öyle.

Körfez ülkelerinin ve Kuzey Afrika’dakilerin çoğu ile Libya da öyle.

Bu tarihi arka-plan, o topraklardaki ülkelerde Türkiye’nin hep Osmanlı geçmişiyle değerlendirilmesine yol açmış, bu durum Arapların bir bölümünde sempatiyle karşılansa bile büyük bölümünde farklı -olumsuz- değerlendirmelere yol açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin şu son döneme kadarki dış politikası, tarihin uzak-yakın komşularda bıraktığı izlenimleri göz önünde tutarak, başka ülkelerin iç işlerine karışmama şeklinde tecelli etmişti.

Suriye’deki değişimde Türkiye’nin rolü ile ilgili tablo yeniden eski izlenimi açığa çıkartabilir.

Güvenlik öncelikli değerlendirmeler ile Suriye’de bundan sonra yapılacak operasyonlar bu görünümü daha da pekiştirebilir.

Konunun tarihe ve diplomasiye ilişkin bu boyutu, kısa vadeli yararlar sebebiyle, muhtemelen fazla önemsenmeyecektir.

Nitekim ‘yeni Osmanlıcı’ etiketinden rahatsız olmayan bir anlayış iktidara Suriye-öncesi yıllarda bile hakimdi.

Artık, Suriye’de bugün içte ve dışta sevinçle karşılanmış gelişmelerin yerini olumsuzlukların alması ihtimalini göz önünde tutmamızı sağlayacak yakın zamana ait iki değişim olayına bakabiliriz.

Irak ve Libya’daki değişimlere…

Saddam Hüseyin Irak’ın, Muammer Kaddafi de Libya’nın diktatörleriydi. Her ikisi de çeşitli sebeplerle dış alemde istenmeyen liderlerdi ve kendi ülkelerinde de sevilmiyorlardı.

Devrildiler, gitmeleri sevinçle karşılandı.

Irak aradan geçen yıllara rağmen kendine gelemiyor. İlk günlerin değişim sevinci o arada yapılan yanlışlıklar ortaya çıktıkça yerini hayal kırıklığına bıraktı. Askerlerini Irak’a yollayarak değişimi sağlayan ABD’nin yeni yönetimin namusuna emanet ettiği paraların büyük yolsuzluklara yol açtığı biliniyor.

Irak’ta ABD’yi hayırla yad eden var mıdır bugün? Kuşkuluyum.

Libya bir diğer örnek.

Kaddafi’nin linç edilmesinden sonra ülkede iç-savaş hız kesmeden devam ediyor. İki ayrı merkezi var artık Libya’nın. İki bölgede de ana gücü hiçe sayan silahlı milislerin hakimiyeti söz konusu.

Başkent Trablus’ta yıllar önce geçirdiğim birkaç gün bana şu gerçeği öğretti: “Ülkenin başkentinde hemen her önemli kurum, bina ve otel, Kaddafi’nin devrilmesi sonrasında Libya’ya sokulan silahlarla donanmış birbirlerine rakip milis güçleri tarafından, koruma bahanesiyle, işgal altında tutulmaktaydı. Siyasi hayat, hükümet, değişik bakanlıklar, aslında farklı çıkarları temsil eden, aşiret yapılarına göre organize olmuş silahlı birimlerin rehinesi durumundaydı.”

Kaldığım, sahibi Türk olan uluslararası otelin iki katı silahlı milisler tarafından işgal edilmişti.

Otelin güvenliğini sağlama bahanesiyle…

Acaba şimdi başarılarını kutlayan değişik muhalif örgütlerin silahlı milisleri yeni Suriye’de nasıl davranacaklar? Irak veya Libya örneklerinden birine -veya ikisine birden- benzeyen bir hal alırsa Suriye, bunun faturası kim/lere çıkartılacak?

Gördünüz, konunun milislerin ‘ideolojik’ kimlikleri boyutundan hiç bahsetmedim bile.