Türkiye’de iktidar kaliteli eğitim ve gelir adaleti üzerinden yatırım, üretim, kalkınma ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkacak refahtan adil pay alma hedefini bırakalı uzun zaman oldu. Sadece son seçimler öncesinde verilen vaatlere, uygulamalara, yerel yönetimlere kadar uzanan icraatlara bakıldığında artık önceliğin yoksulluğu önleme, refahı adil paylaşma değil “yoksulluğu yönetmek” olduğu çok rahat bir şekilde görülebilir.
“Yönetilmesi gereken yoksullar ülkesine” evrilmenin anlamına bakmadan önce rakamlar üzerinden durum tespiti yapmak gerekiyor.
TÜİK’in 29 Ocak’ta yayınladığı 2023 gelir dağılımı istatistiklerinde Türkiye’nin gini katsayısı 0,433 olarak açıklandı. Bu rakam geçen sene 0,415 idi. AK Parti’nin iktidara gelmesi ile bu orana gelir adaletinin en sağlıklı olduğu döneme 2007’de gelmiş, 0,4’ün altına gerilemişti. Üstelik Şubat 2001’deki MGK krizi sonrasında gecelik faizlerin %7500’e yükseldiği, Türkiye tarihinin en büyük devalüasyonundan yani elinde dövizi olmayan geniş kesimleri yoksullaştırma kararından sadece 6 yıl sonra.
2008 küresel krizinin etkisiyle kötüleşmeye başlayan durum özellikle 2019’dan bu yana düzenli olarak daha da kötüye gidiyor. Buraya iki noktayı daha ilave etmek gerekiyor.
Birincisi gini katsayısı ülkedeki vatandaş olmayanlar dikkate alınmadan hesaplanan kişi başına düşen milli gelir üzerinden belirleniyor. Yani ülkede resmi rakamlarla bile 4 milyon civarındaki göçmenlerin üretimleri hesaba katılıyor ama milli gelirden pay almıyorlarmış gibi hesaplanıyor. Eğer Türkiye’deki gayri safi milli hasıla 4 milyon daha yüksek bir nüfus üzerinden hesaplansa milli gelir de gini katsayısı da daha kötü bir fotoğraf verecek.
İkincisi ise bu katsayıda sosyal transferler de dikkate alınıyor. Sosyal yardımlar her zaman vardı ama gelir adaletine bu kadar etki etmiyordu. Yine TÜİK rakamlarına göre sosyal yardımların etkisi 2014’te 0,55 puan iken 2024’te bu fark 0,87 puana yükseldi. Yani sosyal yardımları dışarda bıraktığımızda durum kötüden daha kötü.
Ezcümle Türkiye’de ilk yüzde 20’lik dilim, yani zaten birden fazla ev-bark-araba-arsa-nakit sahibi olanlar milli gelirin eskiden yüzde 45’inine sahipken artık yarıya yakınını alır hale gelmiş, sınıflar arası geçişkenliği sağlayacak orta kesim çözülmüş, dar gelirler ise daha da yoksullaşmış durumda.
Hiç uzun analize gerek yok. Şubat 2021’de 7,3 dolar olan bir kilo kıyma şimdi 17,4 dolar. Türk lirasından değil Amerikan dolarından bahsediyorum. “Sen Amerikan dolarıyla mı kazanıyorsun sana ne dolardan?” diyenleri başka köşeye alabiliriz.
Meselenin ekonomik izahını zaten uzmanları yapar. Gelinen bu durum Türkiye’de iktidarın ekonomi politikalarının ve siyasi rekabetin doğasını değiştirdi. Yukardaki başlığın mantığı bundan kaynaklanıyor.
Artık iktidar seçimleri kazanmak için de iktidarını sürdürülebilir kılmak için de bu “yoksulluk gerçeğinin yönetilebilir” halde kalmasını sağlamak zorunda. Son seçimler sırasındaki vaatlerin büyük bölümü yoksulluğu yok etmek ya da azaltmak değil yönetmek üzere kurgulu.
Uygulanan politikalar bilinen tabirle vergiyi değil yoksulluğu tabana yaymak sonucunu verdi. Düşük faizli kredilerle gerçekleştirilen sermaye transferleri ve yüksek enflasyon, düşük verimlilik, vasıfsız eğitim politikaları birleşince ortaya yönetilmesi gereken dev bir yoksulluk gerçeği çıktı.
Şimdi artık iktidarın da muhalefetin de yapmaya çalıştığı, bu mevcut yoksulluk halini ben daha iyi yönetirim demek.
Asgari ücreti ülkedeki genel ortalama ücret haline getirip sonra buna yüksek zamlar vermek, sanayi kesiminin kâr marjlarının yükselmesine müdahale edemeyip dar gelirlileri yoksulluk sınırının üzerinde tutmaya çalışmak, EYT düzenlemesi ile içlerinde önemli oranda işsiz bulunan bir kesimi en azından çok düşük de olsa bir gelire kavuşturmak, kamu kaynakları ile verimsiz bir istihdam metodu olan memur kadrolarını şişirerek insanlara garantili ekmek kapısı sağlamak gibi politikaların hiç biri mevcut duruma yapısal çözüm üretmiyor.
Karşıda da muhalefet bedava toplum ulaşım kartları, ucuz yemek imkanları, öğrencilere burslar, emeklilere doğalgaz yardımı gibi uygulamalarla yine ortalama vatandaşın karnını doyurması için aslında belediyecilikle doğrudan ilgisi olmayan politikalara yöneliyor.
Hatta üretim gücü için bir ihtiyaç olan kadın istihdamının artmasına katkı sağlayacak kreş uygulamaları bile aslında ‘geçinmek için eve iki maaş girmesi mecburiyeti’ne hizmet ediyor.
22 yılın sonunda AK Parti iktidarı; genç oranının yüksek olduğu, üretimde verimliliğin arttığı, sosyal adaletin daha iyi sağlandığı 2010’ları kişisel iktidar kavgalarında tüketerek yoksulluğun yapısallaştığı, eğitimin kalitesinin düştüğü, bakılması gereken geniş bir emekli nüfusunun karşısında milli gelirin yarısına sahip yüzde 20’lik kesimin daha çok kazandığı bir ekonomi ve demografi üretti.
Şimdi yakın gelecekte hem iktidarın hem muhalefetin temel rekabeti bu yoksulluğu daha iyi yönetmek üzerine. Korkulan o ki ne kısa ne de orta vadede bu dengenin değişmesini sağlamak da kolay değil.
Uzun vade için ise en azından umut edelim.