Benim çocukluğumda -yani çok da uzak olmayan bir geçmişte- Türk toplumunun din anlayışı fazla karmaşık değildi. Bize öğretilen sınırlar belliydi. Sevap sevaptı, günah günahtı. Şimdiki gibi “Günah işleyerek sevap kazanmak” kimsenin aklına gelmeyecek bir şeydi.
Müslüman için en önemli iki yasak vardı. Biri somut öbürü soyut olmak üzere, özellikle iki şey asla yenmezdi. Domuz eti ve kul hakkı.
Dini kaynaklardaki “büyük günahlar” arasında adı geçmediği halde domuz eti kimliğimizle ilgili keskin bir sınır olarak görülüyordu. Gerçi buna bile açlıktan ölme tehlikesi söz konusu olursa izin veriliyordu ama bize öğretildiğine göre kul hakkını Allah bile affetmiyordu. Hatta istese de affedemiyordu!
Yaratıcıya karşı işlenen suçlar affedilebilirdi ama kullara karşı işlenenlerin bağışlanması için önce zarar verdiğiniz kişinin size hakkını helal etmesi gerekirdi. (Helalleşme kavramının kaynağı burasıdır.)
“Huzuruma neyle gelirseniz gelin, kul hakkıyla gelmeyin” şeklindeki ilahi hitap o günkü din anlayışının esasını ifade ediyordu. (Sonradan böyle bir ayet veya kutsi hadis bulunmadığını öğrenecektik. Demek ki İslam’ın özünü kul hakkı kavramı etrafında yorumlayarak inşa edilmiş bir din anlayışından söz ediyoruz.)
Namaz, oruç gibi ibadetler elbette çok önemliydi ve dindarlığın başlıca kriteriydi ama dindarlık her şeyden önce kul hakkına riayet demekti.
Bugün ise Türk toplumunda, görüldüğü kadarıyla, domuz eti hassasiyeti devam ediyor ama kul hakkı konusu artık eskisi kadar önemsenmiyor. (Son otuz kırk yıllık süreçte -mesela- kadın saçı ve alkol daha önemli hale geldi.)
Daha da vahimi, kul hakkının göz ardı edilmesi dini gerekçelere dayandırılıyor. Söz gelimi “Harp hiledir” şeklindeki şüpheli hadis rivayeti öne sürülerek mesela rakip partinin logosuyla sahte afişler, taklit broşürler hazırlayıp dağıtmanın veya montaj reklam filmleri göstermenin haklılığı savunuluyor.
Yani günah işleyerek sevap kazanılıyor.
Bu anlayışta size emanet edilen devlet imkanlarını partinizin propaganda çalışmalarında kullanmanız da sevap.
Oysa geleneksel anlayış böylesi tutumları dine aykırı görüyordu.
Meşhur rivayettir: Hz. Ömer bir gece devlet işleri üzerinde çalışırken yanına bir arkadaşı gelince odada yanan mumu söndürüp cebinden çıkardığı başka bir mumu yakmış. Devletin işini yaparken devletin kendisine tahsis ettiği mum yanıyormuş, arkadaşıyla görüşürken yaktığı ise kendi parasıyla aldığı mummuş.
Bu da gerçekten yaşanmış bir olay değil. Ama Müslüman muhayyilesi devlet görevlisine böyle bir hassasiyeti yakıştırmış.
Buradaki sorun bugünkü devlet görevlilerinden bu hassasiyeti beklemiyor oluşumuz. Zaten kendimizde de bu hassasiyetin karşılığının bulunmaması…
Devletin imkanlarını kullanarak yani tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu hazinesindeki parayı harcayarak siyasi tanıtım yapmak mesela…
“Kul hakkı” konusunda misalleri ille de siyaset alanından vermek zorunda değiliz. Devleti yönetenler kadar yönetilenlerin yapıp ettikleri de yeterince düşündürücü. Mesela şehirlerarası otobüs seyahatinde namaz kılmak için mola süresini uzatıp bir otobüs dolusu insanı bekletmek... “Neden böyle yapıyorsun, o kadar kişinin hakkına giriyorsun” denildiğinde “Farz namaz, Allah’ın emri, beklemek zorundalar” cevabını vermek... (Ama aynı şeyi uçak yolculuğunda yapamamak!) Yani kul hakkına tecavüz ederek yaratıcının rızasını almak...
Benim çocukluğumda bize öğretilen din böyle değildi.