Bir seçim sandığı demokrasinin kutsal mekânı gibi görülür. Halkın umutlarının ve taleplerin birleştiği yer olarak bilinir. Peki ya yüksek katılım oranlarına rağmen siyasi kurumlara olan güven dibe vurmuş durumdaysa, bunun sandığa yansıması ne şekilde olur? Sandığa giden ama sandığa giderken, inancını, umudunu değil güvensizliğini götüren seçmenler sandıkta nasıl bir hikâye yazar? Zira Türkiye gibi ülkelerde durum tam da bu.
PANORAMATR’nin Ekim 2024 raporu için gerçekleştirdiğimiz “Siyasi Yabancılaşma” araştırması tam da bu konulara ışık tutuyor.¹
Görüyoruz ki Türkiye’de siyaset sahnesi, toplumun kurumsal yapıya olan inancının giderek eridiği bir dönemin izlerini taşıyor. Araştırmamız, katılımcıların yüzde 52’sinin siyasal kurumlara “hiç” güven duymadığını, “az” güven duyanlarla birlikte bu oranın yüzde 70’e yükseldiğini ortaya koyuyor. Asıl şaşırtıcı olan ise bu tablonun yalnızca muhalefetle sınırlı kalmaması. AK Parti seçmenlerinin yüzde 45’i, MHP seçmenlerinin ise yüzde 53’ü siyasal kurumlara ya hiç güvenmediğini ya da az güvendiğini ifade ediyor. Kurumlara “çok” güven duyanların oranı ise yalnızca yüzde 2; yani bir yankı kadar zayıf.
Bu tablo, siyasi elitlere duyulan derin güvensizlikle daha da anlam kazanıyor. Katılımcıların yüzde 83’ü, siyasetçilerin halkın ihtiyaçlarından çok kendi çıkarlarını düşündüğünü söylüyor. Her beş kişiden üçü, seçim sonuçları hangi parti lehine olursa olsun hayatlarında bir şeyin değişmeyeceğine inanıyor. Bu umutsuzluk, özellikle hiçbir partiye oy vermeyeceğini ifade edenlerde zirveye ulaşıyor.
Kapalı Kapılar Ardında: Güvensizlik ve Komplo
Siyasal sisteme olan güvensizlik, yalnızca hayal kırıklığı değil, aynı zamanda komplo teorileriyle de besleniyor. Katılımcıların yüzde 60’ı, iktidar kim olursa olsun asıl kararların küçük ve gizli bir grup tarafından alındığı önermesine katılıyor. Bu inanç, siyasi süreçten tamamen dışlandığını hisseden seçmenler arasında yüzde 67’ye kadar çıkıyor. Komplocu düşünceler, vatandaşların siyasette etkisiz olduğu duygusuyla birleşiyor. Her iki katılımcıdan biri, kendi gibi sıradan insanların siyaset üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını düşünüyor. Üstelik bu düşünce, iktidar ve muhalefet seçmenlerinde ciddi bir kesişim gösteriyor. AK Parti seçmenlerinin yüzde 40’ı, MHP seçmenlerinin yüzde 35’i ülkede alınan kararlarda kendileri gibi vatandaşların etki sahibi olamadığını düşünüyor. Muhalefet seçmenlerinde ise bekleneceği üzere bu oranlar yükseliyor, CHP seçmeninde yüzde 57, İYİP seçmeninde yüzde 56, DEM seçmeninde yüzde 47 oranında seyrediyor.
Görüyoruz ki kapalı kapılar ardında yürütülen siyaset, vatandaşın güvenini ve ilgisini köreltiyor. Katılımcıların yüzde 86’sı, siyaset daha açık olsa vatandaşların politikayı daha fazla takip edebileceğine inanıyor. Şeffaflık eksikliği, vatandaşta, siyasete etki edebilmek şöyle dursun, siyaset sahnesinde tam olarak ne olup bittiğini anlayabileceklerine dair en temel güvenlerini dahi sarsıyor.
Güçlü Bir Lider, Radikal Bir Değişim
Bu güvensizlik atmosferinin önemli siyasi sonuçları var. Araştırmamız Türkiye’de kuşkucu duyguların beraberinde sistem karşıtlığı, değişim talebi ve güçlü lider arzusunu getirdiğini gösteriyor. Katılımcıların yüzde 87’si, toplumların gelişmek için güçlü bir lider figürüne ihtiyaç duyduğunu düşünüyor. Keza, araştırmaya katılanların yüzde 80’i “mevcut sistemi baştan aşağı değiştirecek” bir lider çıksa ona oy vereceğini söylüyor. Dahası, AK Parti seçmeninin yüzde 66’ya yakını, MHP seçmeninin ise yüzde 74’ü de bu görüşe katılıyor.
Geleneksel bir mantıkla düşünüldüğünde, sisteme güvenmeyen, sistemin baştan aşağı değişmesini istediğini ifade eden seçmenlerin bu karşıtlık duygusunu iktidara yansıtması ve muhalefeti desteklemesi beklenir. Oysa karşımızdaki tablo bu varsayımı sarsıyor. İktidar seçmeninin önemli bir kısmı, sistemin çürümüş olduğunu kabul ediyor, hatta kökten bir değişim gerektiğini savunuyor. Fakat bu değişimi muhalefetle değil, iktidardaki “güçlü-adam” eliyle gerçekleştirmek istiyor. Lideri yüceltirken, suçu diğer kurumlara siyasetçilere ve bazen de dış güçlere atıyor. Yani ironik bir biçimde, seçmenin negatif duyguları iktidardaki güçlü-adam figürünü sarsmak yerine, onun gücünü pekiştirebiliyor.
Diğer taraftan, bu tabloya aslında çok da şaşırmamamız gerek. Politik psikoloji perspektifinden bakacak olursak, tehdit ve belirsizlik toleransı düşük, faillik duygusu zayıf bireylerin otoriter siyasete yönelik talebinin veya toleransının daha fazla olduğunu biliyoruz. Bunun bazı sebepleri var.
Hayatta kendini güçsüz hisseden, belirsizliğin kaosunda kaybolmuş, tehditlere karşı zırhsız kalmış gibi hisseden bireylerin, siyasette güçlü-adam figürüne talebi artıyor. Güçlü-adam figürü hem bu bireylerin korkularını seslendiren hem de aynı anda o korkuları dindirecek özne olarak sahneye çıkıyor. Onun sert sesi, kırılgan ruhlara güven veriyor, kararlı adımları, yönünü yitirmiş hayatlara bir rota çiziyor. Kendi yaşamlarında kontrolü kaybetmiş bireyler, o liderin gücünde kaybettikleri iradeyi buluyor, onun hâkimiyetinde kendilerine biçilecek güvenli bir düzenin hayalini kuruyor. Güçlü lider, yalnızca bir politikacı değil, bir kurtarıcıya dönüşüyor; kaostan düzen yaratan, zayıflığa anlam kazandıran bir mit haline geliyor.
Bu noktada karşılıklı hak ve sorumluluklara dayanan bir sözleşme olması gereken vatandaş-siyasetçi ilişkisi, git gide bir ebeveyne “kaygılı bağlanan” bir çocuğunkine benzemeye başlıyor. Bu kaygılı bağlanma ilişkisinde vatandaşlar, kendilerini güvende hissetmek için liderin gücüne ve otoritesine tutunuyor; ama bu tutunma, altında yatan güvensizlikten ve belirsizlik korkusundan besleniyor. Liderin sağladığı güvenlik illüzyonuyla rahatlamaya çalışan birey, liderin otoritesini kaybetme ihtimali karşısında daha da derin bir kaygıya kapılıyor. Bu dinamik, liderin performatif gücünü besleyen bir döngü yaratıyor; ne tam bir güvenlik söz konusu oluyor ne de gerçek bir bağımsızlık.
Umut ve Umutsuzluk Arasında
Öyle görünüyor ki Türkiye’de siyasal güven krizi, yalnızca kurumlar ve siyasetçilerle sınırlı bir hayal kırıklığı değil. Bu kriz, toplumun kendi siyasi failliğine dair duyduğu derin şüpheyle birleşiyor ve radikal değişim taleplerini körüklüyor. Güçlü lider figürü etrafında şekillenen bu talepler, halkın kapalı kapılar ardındaki siyasetten duyduğu rahatsızlıkla daha da güçleniyor.
Türkiye’nin ve benzer sorunlarla mücadele eden pek çok ülkenin siyasal geleceğini şekillendirecek olan, bu taleplerin nasıl karşılanacağı ve toplumun güven duygusunun nasıl yeniden inşa edileceği olacak. Popülist dalgayı tabandan besleyen bu ruh hali, demokrasiyi savunmak isteyenlerin önündeki en zorlu meydan okumalardan biri olarak ciddiyetle ele alınmayı bekliyor.
Zira popülist iktidarlarla mücadele eden demokratik muhalefetler, karmaşık bir paradoksla karşı karşıya: Siyasi ve ekonomik sorunların derinliğini vurguladıkça, seçmenleri mevcut iktidarın kucağına iten negatif duyguları tetikleyebiliyorlar. Bu döngüyü kırmak için tehdit algısının yerine güven, kuşkunun yerine umut koymak gerekiyor. Ancak, olumlu bir dil ve vizyon inşa ederken eleştirinin keskinliğini nasıl koruyacakları, muhalefetin en büyük açmazlarından birini oluşturuyor. Çıkış yolu, korkuya dayalı siyaseti aşacak bir alternatif sunmak. Hem çözüm üretecek kadar somut hem seçmenin duygularına hitap edecek kadar güçlü hem de demokratik değerlere sadık bir dil ve strateji geliştirmek gerek. Bu ince dengeyi kurmak, demokrasiyi yeniden canlandırmanın belki de tek yolu. Peki nasıl? Hangi söylemler ve pratiklerle? Bu da gelecek araştırmaların konusu olmalı.
__
¹ “Siyasi Yabancılaşma” raporuna buradan ulaşılabilir.