Duraklama bile yerinde duramıyor

Karmaşıklık, çok tercih edilen bir şey değil. Kimse belirsizliği ve çok sayıda faktörü birlikte değerlendirme zahmetini sevmez. Bazı şeylerin, daha başında adının konmasının mümkün olmaması, tanımların ve anlamların sürecin içinde (içinden) belirdiği vadelere tahammül azdır. Basit, anlaşılır ve mümkünse ruh haline iyi gelecek çerçeveler ise çok rahatlatıcıdır. Kavramlara, kronolojilere, hatta mantıksal zincirlere uymasa bile, varsayılan hatta emin olunan bir sonuca uygun gerekçeler ve akışlar, çok ikna edici bulunabilir. Hele bunu “tam da düşündüğünüz” gibi formüle edecek ve iç serinletici sıfatlar eşliğinde sunacak birileri varsa, çok daha güzel. Neyse… Ben yine kafamı karıştıranları ve “şıp diye anlaşılanlara” duyduğum şüpheyi paylaşmayı sürdüreyim.

Bu hafta fazla hareketli geçmemişti. Yaygın kanaat, Bahçeli’nin açtığı sürecin duraklama evresine girdiği yolundaydı hatta sürecin başlamadan bittiğini düşünenler artıyordu. Nitekim Bahçeli de son grup konuşmasında, neredeyse konuşma bittikten sonra, bir rahatsızlık paragrafı ekleme ihtiyacı duydu:

“Buradan bütün Kürt kardeşlerime sesleniyorum. PKK Kürtleri temsil edemez. Şimdi açıkça görüldü ki, bir adım ileri gitmek için yola çıkanları engellemeye çalışanlar vardır. Dün terörist başının yoldaşı olanlar, şimdi Amerika’nın uşağı olmuşlar. Biden’ın üvey evlatlarına, Türk milletinin asil evlatlarını kurban edemeyiz.”

Sonra da Erdoğan’ın kullanmayı çok sevdiği, “birlikte Türkiye olmak” sloganını tekrar etti.

Muhtemelen, Öcalan’ın devreye girişi -dış basındaki bazı haberlerdeki gibi- yeğeniyle görüşmekten ibaret değil veya başka bazı yoklamalarda, meselenin dış ayağındaki tıkanma, tahminlerden daha derin görünüyor. Belki de bekleme yerine pasif agresif bir tazyik isteniyor. Bahçeli daha önce de ABD meselesine temas etmiş hatta AKP çevrelerindeki aşırı Trump taraftarlığına kıyasen, “umarım yanlıştan dönerler” dileğinde bulunmuştu. Bu konuşmada dikkat çeken nokta, özel olarak Biden’ı zikretmesi ve onun “üvey çocukları” ifadesini tercih ederek, birilerine “yolun sonu” iması yapması. Başlangıçtan itibaren, iknadan çok, herkese mecburiyetlerini hatırlatarak onları bir yöne doğru iteklemek istiyor. Galiba buna Erdoğan da dahil.

Hafta biterken, şaşırtıcı olmayan sürpriz Dersim’den geldi. Dersim (DEM) ve Ovacık (CHP) belediyelerine kayyım atandı. Zaten birçok belediye için böyle bir hazırlığın yapıldığı haberleri dolaşımdaydı. Halk belediyelerin önünde toplandı, belediye başkanları irade gaspına razı olmayacaklarını söyledi. “Darbe” benzetmeleri yapıldı. Peşinden yine gösteri yasakları, gözaltılar, biber gazları geldi. Özgür Özel bütün başkanları olağanüstü toplantıya çağırdı -gerçi Esenyurt’un ardından bazı belediye başkanlarının gelmesi sağlanamamış, yetmezmiş gibi o başkanlar televizyonlara çıkıp ileri geri “konuşmuşlardı”. “Bir adım daha atılırsa bize bir şeyler anlatacak” Özgür Özel’in şimdi söyleyecekleri de merak konusu tabii.

MHP’de istifa krizi | Teğmenler | Kılıçdaroğlu’na siyasi yasak davası başladı

Elbette kayyım hamlelerini havuç-sopa yöntemi olarak görmek mümkün. İlk kayyım atağı, Bahçeli’nin Öcalan çağrısını yaptığı ve İmralı’ya seneler sonra görüşme izni verilmesinden bir hafta sonra yaşanmıştı. Dolayısıyla, kayyım hamlelerinin süreçle iltisaklı olmadığını düşünmek pek isabetli olmaz. Fakat havucu olmayan sopanın ikna ediciliğini anlamak çok zor. Ayrıca, kayyım hamlelerinde “bir CHP’den bir DEM’den” işleyişi, sopanın kimi neye ikna etmek için kullanıldığı konusunda kafa karıştırıyor. Basit bir at pazarlığı için, bu kadar karışıklık çıkarmaya niye ihtiyaç var? Milliyetçi tabanı tatmin veya dengeleme ihtiyacı düşünülünce de, hem hız ve yükseklik sorunu hem de öncelik karışıklığı devam ediyor. Rotayı düz tutmak veya dümen bükme seçenekleri ise açıkta. 

Geçen haftanın bir başka gelişmesi, Ufuk Uras’ın Devlet Bahçeli ziyaretiydi. Uras’ın çok önemli bir siyasi sima, süreçte kritik rolü olan ve temsil kabiliyeti yüksek bir şahsiyet olmadığı ortada. Ancak bu görüşmede ilginç olan, Ufuk Uras’ın heves ettiği rol değil de, Bahçeli’nin bu “kabul” ile hem muhataplık seviyesindeki hem de varacak adres açısından mesaj tercihi. Çünkü, DEM’in -partiler turu çerçevesinde- MHP’ye yaptığı başvuru kabul görmemişti. Bahçeli elini uzattığı eş başkanlarla konuşmaya gönül indirmemişti. Uras, Kürt siyasetinin çektiği temas sıkıntısı açısından kolaylaştırıcı ve kapının aralanması için az riskli olarak tercih edilmiş olabilir.

“Çözerse Erdoğan çözer” yaklaşımdaki ısrarlı sicili de etkili olmuştur herhalde. Bahçeli, bu tercihini “Sorosçu olmadığı için” diye açıklamış. Önümüzdeki günlerde, aralanan bu kapıdan -övgüyle söz ettiği Kürt Ağası- Ahmet Türk’ün de girebileceği ve başka arayışların da yoğunlaştığı kulisleri sıklaştı. Eğer Uras’ın kendi kuruntusu değilse, görüşmeden sonraki söyleşilerde dikkat çektiği nokta, Bahçeli’nin asıl adımı Erdoğan’dan beklediği yorumu. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın son değerlendirmesinden, DEM çevrelerinde, önceden fren olduğu düşünülen Bahçeli’yi gaz pedalına dönüştürme fikrinin destek bulduğu anlaşılıyor. Erdoğan ve Bahçeli’nin -kayyım dahil- “mutabık” kalındığı açıklanmış olsa bile, öncelikler ve yöntem konusundaki farklar hâlâ cari.

Erdoğan, kısa vadeli ve pragmatik ihtiyaçlar penceresinden olanları izliyor ve önceki gibi bir oyalama taktiklerine daha yakın, Bahçeli’nin meselesi ise biraz daha fazlası. Bahçeli, süreci fazla alenileştirdi, Erdoğan ise -“mutabık” kaldıktan sonra biraz daha konuşkan ama- hâlâ ketumluğu tercih ediyor. Yöntem ve muhataplık konusunda da, saklanmayan hatta görülmesi istenen bazı farklı açılar mevcut. Bunları basit bir iş bölümü olarak değerlendirenler az değil. Böyle bir taktik “numaranın” işe yarayacağı beklentisi, kimin zekasına dair hakaret kastı taşır, onu kestirmek zor. Olup bitenin arkasında “akıl” aramak, o akla keskinlik veya ahlaki üstünlük hele meşruiyet asla bahşetmiyor. “Akıl” kendiliğinden iyi bir şey değil hatta genellikle kötü.  

Hem inandırıcılık hem fıtrat açısından, bu rol paylaşımı, söz konusu aktörlerin üstüne tam oturmuyor ve amaca hizmeti de çok tartışmalı. Bahçeli çıkışı, dikkat çekicilik ve sarsıcılık açısından yararlı bulunmuşsa bile; Erdoğan’ın, -yangına müdahalede bile onay vermesi beklenen- liderlik karizmasını böylesine ezdirmesini makul görecek kadar değil. Basit bir pazarlık zemini yaratmak, en azından bu beklentiye oynamak için, herkesin ikna olmaya hazır göründüğü, “Bahçeli’yi razı etmiş Erdoğan” imajının neden tercih edilmediğine cevap bulmak lazım. “Beceriksizlik” deyip geçmek de mümkün, “ellerine, yüzlerine bulaştırdılar” demek de. Fakat bu karmaşayı, birbiriyle tepişen aktörlerden ziyade, aynı anda işleyen birkaç ayrı şeyin yaratmış olması, daha güçlü bir ihtimal.

Aylar öncesinin gündeminden epey farklı bir noktadayız. Artık geri alamaz diye düşünülen gündemin inisiyatifi, yeniden iktidar tarafına geçmiş görünüyor. İster çaresizlikten, ister sahte gündemlerden, ister basit hesaplardan mülhem ama kesinlikle iktidar hamleleriyle şekillenen bir tablo var. Açılan veya sürdürülen davalar, kenarda bekleyen “etki ajanlığı” yasası, adaylıkta veto barajını yükseltme hazırlıkları, gözaltılar, tutuklamalar, soruşturmalar, kayyımlar derken, herhangi bir normalleşme veya yumuşama işaret yok (CHP’nin MİT’ten üyeleri için GBT istemesi dışında). Ayrıca bu gündem inisiyatifinin en önemli parçası olan süreçte, ritim ayarı da hala Bahçeli’de: Kürt meselesi gibi bir başlıkta, “Erdoğan’ı Bahçeli kuşatmasından kurtarma” heveslilerinin müracaat kapısı gibi konumlanmak, onu başarısı olmaktan çok, diğer aktörlerin alanda yarattığı boşluğu gösteriyor.