Dört haftadır bu konu üzerine yazıyorum. Bu sürede olup bitenler, Türkiye için bile çok hızlı. Bahçeli el uzattı, olmadı Öcalan’ı davet etti; Esenyurt’a kayyım atandı, yetmedi Mardin’e, Batman’a, Halfeti’ye de kayyım geldi. Çok abartılı teşekkürler, ince ince dokundurmalar yapıldı. Kavga diyen de çıktı, tezgah diyen de. Geldiğimiz noktada bir toparlama yapmak hatta belki toparladıklarımızı tekrar bir dağıtmak lazım. Niyet ya da gerekçe hakkında hala tevatür muhtelif: Güncel sıralı liste: “Hedef İmamoğlu”. “CHP ile DEM’in arasını açmak, yok yok tam tersine yapıştırmak peşindeler”. “Muhalefeti terörle iltisaklı göstermek olabilir mi?” “Kesin at pazarlığı”. “Kürtlere havuçtan sonra bir de sopa gösteriliyor”. “Anayasanın, ilk dört maddesini değiştirecek bunlar”. “Bahçeli de ağzındaki baklayı çıkardı, Erdoğan’ı bir daha seçtirmek istiyormuş”. İşin muhalefeti bozma tarafı da çok rüzgar yaptı. CHP’de bütün taşlar ayrı ayrı yuvarlanıyor, ortalık toz duman. Belediye meclislerindeki iktidar temsilcileri sürekli tantana çıkarıyor, milletvekilleri seçim bölgelerine hizmet ister gibi kayyım talep ediyor.
Yakın olmayan geçmişten başlayan bir süreklilik varmış gibi geliyor ama senkronize akış için çok iddialı değilim. Fakat yolda düzülen bir kervandan bahsetmek, çaresizce bütün düğmelere basıldığını söylemek de isabetli olmaz. Herkes, süreci kendi önceliklerine doğru bükecek hamleler yapıyor. Ayrıca, önceden veya arkalarda kotarılanları tam bilmiyoruz, belki yanlış öğreniyoruz, baktığımızda da sadece karmaşa görüyoruz. Kayyım hamlelerinden sonra, Erdoğan ile Bahçeli’nin pozisyonları hakkındaki tartışmalar bile kafa karıştırıcı. “Bunlarla mı uğraşacağız… İktidarda kalmak için yine bir şeyler yapıyorlar işte…” diyerek rahatlamak veya çok sinirlenip daha tumturaklı hakaretler akıl etmek de bir yöntem. Bildiğimize emin olmadan, etiketlerin üstünü okumakla yetinmeden, mekanik zincirler kurmadan, düşünmeye devam da edilebilir. Bunu sıkıcı veya lüzumsuz bulanların uğraşmama gibi seçenekleri zaten var. Zorunlu olmayan bu açıklamadan sonra düşünmeye devam.
Bahçeli, ilk çıkışından itibaren bir çerçeve, güzergah, oyun sahası ve oyuncu listesi ortaya koymuştu. “Ben bu işte varım ve tam ortasındayım” veya “yapılacaklar, bana rağmen değil ancak benimle” şeklinde hafif örtülü bir mesajı da vardı. (Bunu ister iktidara yapışma mecburiyeti diye yorumlayın, ister “devlet aklının” patronaj ifadesi olarak görün, değişmiyor. “Ben”e nasıl bir derinlik yüklendiği de pek fark etmiyor aslında) Mesajın yeterince anlaşılmaması, süreçten haberli olanların sessizlikle gösterdiği çekimserlik yüzünden, aşırı yüksek bir çıkış daha yaptı: “Öcalan, meclise gelsin ve örgütü lağvettim desin. O zaman ‘umut hakkını’ bile konuşabiliriz”. Bunun misket bombası gibi dağılıp her yerde tekrar tekrar patlamalar yaratacağı aşikardı ve bu, öngörülmemiş yan etki gibi durmuyordu. Geçen haftaki yazıda, muhalefet cephesindeki “bozucu etki” konusuna değindiğim için, -bu cephede sürekli yeni gelişmeler olmasına rağmen- bu yazıda Kürt meselesi perspektifiyle ve iktidar tarafıyla (başlıktan da anlaşılacağı üzere, ağırlıklı Bahçeli) sınırlı kalacağım.
Erdoğan ve Bahçeli ilişkisi
Defalar yazdığım ve söylediğim üzere; iktidar ittifakına ve tek adam rejimine, “yeni sultanın” mutlak hakimiyeti ve yanındakileri de onun himmetine muhtaç koltuk değneği olarak bakmıyorum. Oluştuğu andan itibaren ve oluşma gerekçesinin doğal sonucu olarak, kanatları olan ve iç gerilimin sürekli olduğu bir yapı söz konusu. Sonradan koalisyona dönüşmüş değil, zaten bir koalisyon olarak kurulmuştu (2015). Devleti gerileterek alan kazanmak yerine, onunla ortak olarak yola devam etmenin ve ideolojik rekabeti, yeni bir senteze çevirmenin formülüydü. Benim de kullanmakta sakınca görmediğim “parti devleti” kavramı da, iktidarın terkibinin homojenliğini ima etmiyor. Daha çok hükmedilenlerle kurulan ilişki ve üretilen hegemonyayla ilgili. Dolayısıyla iktidar ittifakı, çok uyumlu göründüğünde de, çatışmalar açığa çıktığında da, tabloyu iki boyutlu algılamamak gerek. Aynı amaç için aynı yönde hareket ettiklerinde bile araç, hız ve rota konusunda ayrı düşebilirler; ayrı önceliklerle çatıştıklarında da aynı araçları veya yolu kullanabilirler.
Bu süreçte, Erdoğan-Bahçeli ilişkisi hakkında çok spekülasyon yapıldı, yapılıyor. Kimin haberi vardı ve kim kimin önünü kesiyor ya da açıyor? İzlediğim kadarıyla, -hem iç hem de dış dinamikler açısından- gerekçeler ve ihtiyaçlar konusunda ciddi bir fark söz konusu değil. Yani tam olarak, biri istiyor diğeri direniyor durumu yok. Hatta farklı ihtiyaçların aynı zamanda halledilmesine imkan veren bir zemin oluştuğu fikrinde bile ortaklar. Erdoğan’ın yeniden seçilmesi, Kürt meselesinin hem iç siyaset hem bölge denkleminde stabilizasyonu, muhalefetin rahatsızlık vermeyecek sınırda tutulması ve belki küresel trende uygun yeni bir siyasi hikaye ve elbette siyasetin yeniden tanzimi. Ancak öncelikler, sınırlar, yöntemler ve zamanlama gibi meselelerde ama en önemlisi pozisyonlarda ve patronajda sıkıntı var. Ayrıca, öncelikleri ve beklentileri farklı, çok sayıda başka aktörün de dahli söz konusu. Mesela CHP, beklenen ve kendi içinden de kışkırtılan eski pozisyonundan kaçındı. Mesela DEM, beklendiği gibi önerinin “ikna” sorumluluğuna büyük heves göstermedi.
Geçen haftanın gündeminde, Bahçeli’nin son grup konuşmasındaki Erdoğan’ın yeniden seçilmesiyle ilgili bölüm çok öne çıktı. “Ağzındaki baklayı çıkardı” cümlesini, pek çok yorumda, manşette ve siyasi demeçte gördük. (Küçük bir not: Bahçeli’nin bu arzusu saklı değil. 2023’de “son kez” diyen Erdoğan’a “bırakamazsın” diye çıkışırken de ifade etmişti) Siyaseten kullanışlı “bakla” benzetmesinin cazibesi, önemli bir ayrıntıyı gölgeledi: Bahçeli, Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için Öcalan konuşsun demiyor. Aksine, Erdoğan’ın yeniden seçilmesini, bu konuşma ve sağlayacağı yeni stabilizasyona bağlıyor, “böyle olursa zaten sonuç bu olur” diyor. Belki de, olayın taktik hamle olarak kullanılmasına örtülü baraj kuruyor. Erdoğan’ın abartılı şükran konuşmasında “Bahçeli’nin açtığı imkanla, oluşan fırsat” tanımlamasına bir göndermesi de var. Bahçeli, MHP’den kurtularak yeniden seçilme iddialarının yerine, seçilirse bunun kendi sayesinde olacağının altı çiziliyor. Bunu, iktidara tutunma mecburiyeti olarak yorumlamak da mümkün ama böyle bir yamanma için alınan risk, gereksiz biçimde fazla.
Kürt sorunu yok, realitesi kabul
Bahçeli’nin Kürt sorununu reddedip, Kürt realitesini tanımasına bakarsak, ortada bir çözüm önerisi yok aslında. Pozisyonunu yenileyen ve tek taraflı vaatleri içeren bir “açılım” hiç değil. Hatta bir müzakere teklifi olduğu bile tartışma götürür. Şartları, koşulları ve kronolojiyi baştan tanımlıyor Bahçeli. Aslında yeni bir stabilizasyon veya başka yorumla “onurlu” teslim ve tasfiye planı çerçeveliyor. Bunu, ikna yöntemleri yerine, tarafları acil harekete geçmeye zorlayarak yapıyor. (Bu zorlamadan rahatsızlar arasına Erdoğan da girer. Çünkü, belki de girmek üzere olduğu makas dışında bir rotaya itiliyor. Erdoğan’ın, Bahçeli’ye “devlet aklı” rozetini takarak yaptığı konuşmada, “sorun” vurgusunu ihmal etmemesi önemli) Bahçeli, Öcalan çağrısını tekrar ettiği konuşmasında, bu stabilizasyon önerisini ve ilişki “hukukunu”, tarihsel bir arka planla destekliyor. Kadim Türk devlet geleneğindeki zemini, tekrar kurmayı öneriyor. “Türk ve Kürt birbirini sevmek zorunda” şiarını, demokratik eşit yurttaşlık talebinin epey uzağına taşıyor.
Kürtlere, Türkiye siyasetine katılarak Türkiyelileşme yerine, siyasi mekanizmaları atlayarak doğrudan devlet düzeyinde temasla ve ortak çıkar çerçevesinde anlamlandırılan Türkiyelileşme öneriyor. “Ne Edirne ne Kandil, İmralı’dan DEM’e uzanan…” hattan murat edileni -asıl bakla olarak- açıklayan konuşmada, “eskiden yaptığımız gibi yapalım” diyor. “Kürt kökenli” inkarını İYİP’e bırakarak, Kürt diye hitap ediyor ve ama Kürt siyasi hareketine Türkiye siyaseti denkleminden çıkma kapısını gösteriyor. “Düz ovada siyasetten” bile daha geride bir pozisyon. Ahmet Türk için yaptığı değerlendirmede de, bu yaklaşımın izi mevcut. “Yaşını almış bir Kürt ağasını istismar etmeyin” sözü, siyasi temsil yerine otantik (geleneksel) temsili tercih edin demek. El artırıp “devleti teklif eden” Özel’e de aldırmayın demek. Öcalan’a DEM grubunu işaret etmesi de rastlantısal durmuyor. Öcalan, örgütü lağvedecek ve bunu, hareketin “siyasi uzantısının” yüzüne karşı yapacak. DEM ile PKK uzaklaşmayacak, yapıştırılacak. Yani, “İmralı ile DEM arasına çomak sokma sinsiliği” dediği şeye önlemi baştan alıyor. Bahçeli’nin perspektifinin, küresel “çözüm” eğilimlerine uyan tarafları için ise zihin açıcı bir okuma önerisiyle yetineyim.
Bahçeli, sürecin aktörlerini sıralarken, herkesin elini taşın altına koymasını istemiyor hatta bazılarının özellikle dışarda kalmasını neredeyse şart koşuyor. Demirtaş’ın özellikle zikredilmesi, kişisel alerjiden ziyade, Kürtlerin Türkiye siyasetinde belirleyici unsur olma iddiasıyla ilişkili. Aynı günlerde İYİP’in Özel’i “Edirne’den alınan icazetle başlayan gezi” diye eleştirmesini de not etmek lazım. (Zaten bu ip işi, daha önce de direnci sulandırmanın sembolü olmuştu) Siyasi tasfiye ve tanzim talebi, Kürtlerin etkili parçası olduğu muhalefete de uzanıyor. Bahçeli, “Erdoğan’ı seçmeyip, CHP içinden adam mı arayacağız?” diye sorarken, daha önce söylediği “devlet bu CHP’ye teslim edilemez” sözünün altını dolduruyor. Elbette bir tarafı “milliyetçi-mukaddesatçı” Cumhur İttifakı’nın Türkiye sağının 1950’den beri sürdürdüğü “bir daha asla” refleksine konuşmak. Ancak diğer tarafı, Aleviler, Kürtler ve sol gibi “tehlikeliler” için “sızma” boşluklarının varlığı. Türk-İslam sentezinin organik ikinci versiyonu bakımından da, bu teyakkuzu diri tutmak “beka davası” kadar işlevsel.
Biraz da spekülasyon
Muhtemelen Bahçeli, öyle olsun diye söylememiştir, en azından sahiden olabileceğinden hiç emin değildir. Ama Bahçeli’nin mizansenini bir an gözünüzün önüne getirin: Öcalan, DEM grubuna gelmiş -yapmaz ama- aşağı yukarı Bahçeli’nin söylediğine yakın bir konuşma yapmış. Televizyonlar canlı yayında, DEM sıraları alkışlıyor. Neyi çözüp çözmeyeceğini, sonrasında kimin nasıl hareket edeceğini bir kenara bırakın, sizce nasıl bir efekt yaratır? İp atanların dediği gibi -idam cezası kaldırıldığında olmayan- kıyamet mi kopar, yoksa yirmi beş sene önce, uçakta çekilen ve TRT’de yayınlanan “memlekete hoş geldin” görüntülerinin etkisini mi yaratır? Ortalama vatandaş bu tabloyu nasıl tarif eder, “kararsızlar” nasıl etkilenir? DSP’nin birinci parti, MHP’nin ikinci parti olarak patlama yaptıkları 99 seçimine bakmak ve dönemin duygu siyasetini hatırlamak fikir verebilir belki. O tarihten sonra, 90’lar boyunca krizlerden başını alamayan Türkiye, çeyrek yüzyıla damgasını vuracak bir hatta girdi. “Sistem”, ekonomik ve siyasi krizine geçici çareyi buldu. 2001’de İMF programıyla ve Bahçeli’nin erken seçim çağrısıyla çakılan “sağlam çivileri” de unutmayalım.
Bütün yazdıklarım sesli düşünme ve farklı perspektiflerden okuma gayreti. Elbette tartışmaya açık pek çok nokta var. Özellikle bir önceki paragraf iyice spekülatif. Ancak muhtemelen en çok eleştiri, Bahçeli’nin rolünü çok abarttığımla ilgili olacak. Bahçeli’nin her davranışından, her sözünden hatta suskunluğundan çok anlam çıkarılmasına itirazımı takipçilerim iyi bilecektir. Ancak kritik eşiklerdeki -kişisel tercihlerin ağırlığından emin olmadığım- belirleyici hamlelerinin, uzun erimli etkilerini de teslim etmek gerekir. (2001, 2007, 2015-16) Bahçeli’nin son hamlesini fazla kaba sıfatlarla tarif edenlerin, özellikle 8 haziran 2015’i açıklama güçlüğü ortada. Ben Öcalan hamlesinin de kritik müdahalelerden biri olduğu ve bir kişinin aklından ibaret olmadığı kanaatindeyim. Aldığı risk ve çizdiği çerçeveye bakınca, ip gösterilerindeki özgüveni de, bu yüzden biraz ciddiye alıyorum. Bahçeli’nin isminin ima ettiği rütbeden hoşlandığı doğru olabilir ama bunun sadece bir hüsnü kuruntu veya abartı olduğunu düşünmüyorum.