İç cepheyi tahkimden dahili bedhahlara: Cumhuriyetin en kritik dönemeci

İslâmcılarla demokrasi yolu yürünemeyeceği açık. İslâmcılığın ne sağcılıkla ne muhafazakârlıkla ilgisi veya düşünsel akrabalığı var. İslâmcılığın özü ve hele Türkiye gibi nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan bir laik cumhuriyette hayatta kalabilmesinin tek yolu takiye. İslâmcılık ancak devlet kabuğunun altında, o kabuğu koruyarak, simbiyotik varlığını sürdürebilir. Öyle de oluyor.

Tıpkı Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin kürsülerden açıkladıkları ve yine kendi ikinci kemanlarının çoğu zaman karmaşık laf salatalarıyla destek verdikleri üzere, Türkiye’nin kritik bir eşikte olduğu da doğru. Bu kritik eşik geçildiğinde Türkiye artık Rusya, Çin veya kimi Orta Asya devletleri gibi geri döndürülemez biçimde bir diktatörlük olacak. Bu anın, bu durumun ciddiyeti ve aciliyeti çok iyi idrak edilmeli. Şuur ve tasavvur şart. 

Vaziyeti kavramak için Belediye Başkanı Prof. Dr. Özer’in tutuklanmasına ve Esenyurt’a kayyım atanmasına varan topu topu bir haftalık “süreç” nasıl başladı ve hızla gelişti, kısaca anımsamakta yarar olabilir:

MHP Genel Başkanı Bahçeli, parti grubuna mutad hitabında İmralı’da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası çeken ve 43 aydır tecritte tutulan Öcalan’ı mecliste DEM grubuna hitap etmeye ve PKK’yı lağvetmeye davet etti.  

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Uçum, çözüm süreci, müzakere ve mütareke olmayacağının; sözkonusu olanın yalnızca terörün tasfiyesi olduğunun altını çizdi. Siyasi sorumlular bu tasfiyeye destek oldukları takdirde “infaz hukuku” meselelerinin de ele alınabileceğini belirtti. Sürecin adını da “Terörün Tasfiyesi ve Kardeşliği Güçlendirme Girişimi” koydu.  

Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan (DEM) akraba kontenjanından İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan’la görüştü.

Aynı gün TUSAŞ baskını oldu. Baskını PKK üstlendi. İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan resmi açıklamada da baskını gerçekleştiren iki silahlı saldırganın Suriye’den geldikleri duyuruldu.  

SDG komutanı Mazlum Abdi hem AFP’ye hem Amberin Zaman’a verdiği mülakatlarda SDG’nin savaş alanının yalnızca Suriye olduğunu söyledi. Türkiye’de ve Irak’ta kesinlikle eylem yapmadıklarını, yapmayacaklarını, kararlarının bu olduğunun daha önce de defalarca açıklandığını anımsattı. TUSAŞ baskının ardından Ankara’dan yapılan resmi açıklama üzerine bir soruşturma yürüttüklerini ve iki saldırganın SDG’yle ilgileri bulunmadığı gibi denetimlerindeki bölgeden de Türkiye’ye kimsenin geçmediği sonucuna vardıklarını kaydetti.  

DEM Eş Başkanı Bakırhan, Abdullah Öcalan’ın “üçüncü göz, garantör ülke, ABD” gibi bir talebinin bulunduğu iddialarının tümüyle uydurma olduğunu dile getirdi. Milletvekili Ömer Öcalan’ın İmralı’dan kendilerine böyle bir talep aktarmadığını vurguladı.   

Nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan 29 Ekim mesajında “her ne yapıyorsak harici ve dahili bedhahlara aldırmadan büyük ve güçlü Türkiye ülküsünü yüceltmek niyetiyle yapıyoruz” ifadesini kullanarak elini açtı.

Böylece vaziyeti kavradıysak, basit bir metin analizi denemesi üzerinden ilerlenebilir:

Bilindiği üzere “harici ve dahili bedhahlar” ifadesinin telifi Erdoğan’a değil cumhuriyetimizin kurucusuna aittir. Ancak Erdoğan atıfta bulunmuyor veya alıntı yapmıyor. İfadeyi temellük edip kendininmiş gibi kullanıyor.

Keza malum, Atatürk Gençliğe Hitabe ile bitirdiği nutku, 1927’de CHP’nin ikinci büyük kongresinde T.B.M.M. kürsüsünden altı günde okumuştu. Nutuk, 19 Mayıs 1919’la başlayıp Gençliğe Hitabe ile son buluyordu.

Erdoğan’ın çekinmeden alıp mesajına koyduğu özgün metnin o crescendo finalinde Atatürk, Türk gençliğine istiklâlini ve cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etme vazifesini vererek “istikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır” uyarısında bulunuyordu.  

“Gençliğe Hitabe” maçlardan önce soyunma odalarında sahaya çıkmadan önce yapılan o son konuşmaları çağrıştırır. 1927’nin başta insan kaynağı, elde ne üretim aracı ne tarım hiçbir şeyin olmadığı henüz dört yaşında bir cumhuriyetin koşullarında okunmuştur. Ama o cumhuriyetin bir ülküsü, önderinde de şuur ve tasavvur vardır.

Oysa her şeyin travestileştirildiği, cıvıklaştırdığı, cılkının çıkarıldığı bu günümüz anlık şöhret çağında kimi uyanık geçinen metin yazarlarınca bu bile elimizden alınıp, bağlamından kopartılıp, tersyüz edilip suratımıza çarpılıyor. Bizden de yüzümüze tükürüldükçe “ya Rabbi şükür rahmet yağıyor maşallah” diye dizlerimizin üzerinde yaşlı gözlerle ellerimizi göğe kaldırmamız bekleniyor.

Atatürk nutkun aynı hitabe bölümünde “Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” diyerek kimilerinin baştacı ettiği o Osmanlı sülâlesine ve onun işbirlikçi hükümetine de ayna tutuyordu.

Bugün ise Erdoğan kendi politikalarıyla cumhuriyeti içinden çökertirken, onu yüceltme kisvesiyle kendi istikbalini kurtarmak derdinde. Ona muhalif olan kim varsa artık “dahili bedhah” yani iç düşman. Yinelemek gerekirse kurtarmaya çalıştığı, cumhuriyetin değil kendinin ve 15 Temmuz’dan sonra, hatta 15 Temmuz’la kurdurulan gecekondu rejimin istikbali. İç cepheyi tahkim denilen rejimin tahkimi.

Etki ajanlığı yasasının işlevi bu. Sicili belli savcı Akın Gürlek eliyle Ahmet Özer’in tutuklanması ve peşine Esenyurt belediyesine kayyum atanması bu durumu anlatıyor. CHP ise 31 Mart’ta eline geçirdiği hamle üstünlüğünü “normalleşme” garabetiyle elinden kaçırmaktaydı. Şimdiyse İmamoğlu’nun 29 Ekim konuşması ve Esenyurt vakasına verdiği anlık tepkiyle inisiyatifi geri almak yolunda.  

Sözün özü, 101. yılını kutlarken cumhuriyet tarihimizin belki en kritik günlerinden geçiyoruz. Kimler tarih sahnesinde yerini alacak, kimler silinip gidecek bu günlerde belli olacak.

Zira “iç cepheyi tahkim” havucuna tamah etmeyen ellerin, “dahili bedhahlara” ait addedilerek sopayla kırılması aşamasına yalnızca bir haftada vardık. Bu durumda kafalarımızın da hepten patlatılmasına ramak kaldığını öngörmek kehanet sayılmasa gerek.

İslamcılığın sağcılıkla ve muhafazakarlıkla ilgisi bulunmadığını savlarken, cumhuriyetçiliğin de sağı solu olmadığını iddia etmek herhalde yanlış değildir. Toplumsal itirazın ve muhalefetin zemini buradan, demokrasiyle taçlanmış bir “yeni cumhuriyet” şuur ve tasavvurundan kurulabilir.

İktidar ortaklarının “tarihi fırsat penceresi” diye niteleyerek heveslendikleri hamle boşa düşürülerek, gerçekten cumhuriyetimizin tarihi fırsat penceresine dönüştürülmelidir. Nitekim İmamoğlu’nun son konuşmaları bu bilincin güçlü belirtilerini barındırıyor. Söylemin ardının eylemle nasıl getirileceğini, hangi somut adımların atılacağını ise göreceğiz.