Baskın Oran’ın Akil İnsanlar Heyeti’ndeki anılarını yazdığı Ben Ege’de Âkilken… adlı kitabı bence üç açıdan kılavuz görevi görebilecek büyük bir değere sahipti.
Bir, her ne koşulda olursa olsun barış ihtimalinin savunulması gerektiği; iki, hiç bıkmadan usanmadan barış karşıtlarına barışın değerini anlatmanın şart olduğu; ve üç, bu süreçleri bir kişinin iki dudağı arasına bırakmanın çözümü ne kadar zorlaştırdığı.
Bir insanın yapacağı en aşağılık işlerin başında barışa karşı çıkmak gelir herhalde.
Barış ihtimalini küçümsemenin, o ihtimalin gerçekleşmemesi için uğraşmanın, yazı yazmanın, yalan yanlış paranoyaları sürekli yinelemenin bedeli çok ağırdır.
Bir yerde kırıntı kadar barış ihtimali varsa o ihtimali büyütmeye çalışmak gerekir.
Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ı üst üste iki hafta muhatap almakla yetinmeyip “PKK’yı lağvettiğini açıklayacaksan Meclis’e gel, DEM Grubu’nda konuş, dediklerimi yaparsan umut hakkını bile gündeme getiririm” minvalindeki açıklaması, Erdoğan’ın bu açıklamaları sahiplenmesi, üzerine İmralı’ya giden DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın getirdiği “koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” açıklaması Türkiye’nin bir anda bambaşka bir ortama girmesini sağladı.
Bahçeli, aynı konuşmasında Demirtaş’ı muhatap almayacağını da ilan etti: “Ne Edirne ne Kandil, adres İmralı’dan DEM’e uzansın.”
Pek tabii ki bizim mahallenin barış yanlısı gazetecileri derhal Bahçeli’yi tebrik eden ve en kritik zamanlarda hayata geçen devlet aklını öven yazılar yazmaya başladılar.
Sanırım ihtimali yok etmekten çekindiği için kimse Bahçeli’nin böylesine radikal dönüşünün nedenleri sorgulamıyor.
Sorgulayanların karşısına da derhal “siyasetçinin niyetine bakılmaz, yaptıkları esastır” önermesi çıkarılıyor.
Benim içimden de Yıldıray Oğur gibi en coşkulu yazıyı yazmak, tarihin içinden her şeyi meşrulaştıran örnekler bulup çıkarmak geliyor ama elim gitmiyor, soru işaretlerinin zihnimde çengellenmesinin önüne geçemiyorum.
Kimse kusura bakmasın, ama ben burada samimi bir çaba göremiyorum, buradan bir şey çıkacağına inanamıyorum, inşallah yanılırım.
Çok değil, şöyle birkaç sene öncesine gidiyorum.
Gürsel Tekin, “anayasa açık, herkes gibi bir HDP’li de bakan olabilir,” dediğinde kıyameti koparanlar, televizyon programında tecridin evrensel hukuk ilkelerine karşı olduğunu söyleyen Merdan Yanardağ apar topar tutuklanıp hapse atıldığında coşkuyla alkışlayanlar, Kılıçdaroğlu’na Kandil’den gelen destek açıklamalarını sürekli manşetlerine taşıyıp üstünde tepinenler, Altılı Masa’nın olmayan yedinci ayağını dilinden düşürmeyenler, Kürtlere yönelik insan hakları ihlallerine karşı bir tek gün sesini çıkarmayanlar, türkülerle harekâtlara katılanlar, tekmili birden bir günde barışsever olmaya karar verince beni bir şüphe alıyor.
Hangi dağda kurt öldü, diye sormadan duramıyorum.
Tabii ki barış iyi bir şeydir, kavgaların sonlanmasını iyidir, hatadan dönmek erdemdir falan ama bir cümleyle her şeyin üstüne sünger çekilebilir mi?
Hadi seçim öncesinde Kılıçdaroğlu’na ve Altılı Masa’ya yönelik sarf edilen sözleri, sahte paylaşımları, hakikatle hiç alakası bulunmayan ifadeleri geçelim.
Hadi kendimizi zorlayalım ve daha birkaç ay önce bile DEM’in kapatılması, Hazine yardımının şehit yakınlarına ve gazilere bağışlanması, malvarlıklarına el konması gerektiğine dair sözleri de siyaseten söylenmiş sayalım, bir kalemde onları da geçelim.
MHP’nin bu konuda geçmişte söylediği bütün sözlerini yok sayalım.
Ama bir “milli güvenlik sorunu” olduğu iddia edilen Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğine dair tekrarlanan çağrıyı, üyelerine yöneltilen ithamları, canhıraş savunulan eski İçişleri Bakanı’nı, Can Atalay’ın milletvekilliğinin nasıl düşürüldüğünü, Sinan Ateş’in sokak ortasında güpegündüz nasıl öldürüldüğünü, öldürenlerin bağlantılarını, kişiye özel çıkan infaz değişikliklerini, tehdit edilen gazetecilerin sokak ortasında dövülmelerini, mafyanın makamda ağırlanmasını nasıl geçeceğiz?
Hiçbir suçu olmadan mahkûm edilen gezi mağdurlarını, Vera’nın babasız büyümesini, Kavala’yı, kangrene dönüşen KHK’lılar meselesini ne yapacağız?
Demokrasi bir bütündür ve demokratikleşme olmadan kalıcı barış sağlanamaz, bunun olmadığını, bir cümleyle başlayan süreçlerin bir cümleyle bitebileceğini on sene önce gördük.
Hiç bana ama yok Sudan’da, Kolombiya’da sağlandı falan demeyin.
İşi dallandırıp budaklandırıp barış çabasını sulandırmak, işin içinden çıkılmaz hale getirmek istemiyorum, barışa karşı çıkan kişi konumuna düşmekten korkuyorum, barış düşmanlığını son derece ahlaksızca bulduğumu bir kez daha ifade etmek istiyorum.
Ama itidal ve temkin kelimelerini gözardı etmeden bu konuya yaklaşamıyorum, bu fırsatın bir kez daha heba edilmesi ihtimalinin yaratacağı sorunları tahayyül dahi edemiyorum.
Çözüm Süreci’nin bitiminden sonra yaşadıklarımız ortada.
Atılan iyi bir adım bizi tarifsiz coşkulara götürmesin, ilk tökezlemede karalar bağlamayalım.
Bu zor bir yol.
Ayrıca sanılanın aksine şartlar on sene öncesinden kötü ama kararlılıkla istendiği takdirde başarılamayacak bir şey de yok. Zira, bir yerde kırıntı kadar barış ihtimali varsa o ihtimali büyütmeye çalışmak gerekir.