Bir yandan her renkten muhalif yurttaşın her eylemine ve her sözüne yönelik “etki ajanlığı” sopası, -sanki bugüne dek, tarihin herhangi bir döneminde ve ülkemiz de dahil herhangi bir yerde suç değilmiş gibi- “casusluk” abası altından gösteriliyor, yasa tasarısı mecliste görüşülüyor. Öyle ya bu kafa yapısına göre devleti yöneten çoban, yurttaş da güdülecek koyun.
Aynı mecliste iktidarın küçük ortağıyken ve yetki cumhurbaşkanındayken güvenlik ve yargı bürokrasinde etki sahibi olan partinin lideri Devlet Bahçeli, İmralı’da tecritte tutulan PKK lideri Öcalan’ı TBMM’de DEM parti grubuna konuşma yapmaya davet ediyor. Yine öyle ya, “isola” malum “ada” demek, “isolation” da yalıtım, tecrit.
Başka “izolasyonlar” zaten devam ediyor: Örnek olarak, ilave eziyet olsun diye Diyarbakır’daki ailesinden olabilecek en uzak köşede, Edirne’de rehin tutulan Demirtaş siyasetten Erdoğan’ın işine öyle geldiği için izole edildi. Ömrünü köprüler kurmaya, aşırılıkları törpülemeye adamış Kavala sivil toplum faaliyetinden izole edildi. Hatay Milletvekili Atalay seçildiği meclisten, seçmeninden izole edildi.
En azından anamuhalefet lideri Özel ona da dayatılmak istenen düşünsel izolasyonu kırıp önce Demirtaş’ı ziyaret etti. Şimdi altı ilde Kürtlerin, hani şu oralarda kendi haklarında türlü ahkâm kesilirken hiçbir “muhalif” TV kanalının stüdyosunda kendilerine yer bulamayan Kürtlerin, izolasyonunu deliyor. TUSAŞ baskını bu hamleyi yarıda kesti ama herhalde ardını getirecektir.
El yordamıyla anlaşılana göre “devlet” Suriye’nin kuzeydoğusundaki (“Rojava”) YPG’nin ardından Kandil’i daha doğrusu PKK’yı kıvrak bir hamleyle çekmekteymiş. Çünkü, mazallah İsrail, ABD’nin de göz yummasıyla hatta örtülü desteğiyle, YPG’yi Suriye’den Türkiye’ye saldırtacakmış. O halen varlığı vehmedilen esrarengiz “devletin” içinde ve dümeninde kim var: İstihbaratı Kalın, hariciyeyi Fidan, ülkeyi çeyrek yüzyıldır Erdoğan yönetmiyor mu? 15 Temmuz’dan sonra genelkurmay başkanlığının milli savunma bakanlığı için tam karine teşkil etmesi usul ittihaz edilmedi mi? Bunlar sorulmayacak.
Oysa PKK’nın kendi yahut ana gövdesi, kırk yıldır, had safhada yalçın dağ silsileleriyle örtülü, cephe gerisi derin ve Kürtlerle meskun bir topografik ve demografik alandan yürüttüğü gerilla savaşıyla bunu başaramayıp sonunda havlu attı. Yeni dolaşıma sokulan güncel anlatıya göreyse şimdi YPG; dümdüz, denetimindeki kasabaları neredeyse tamamı tesbih taneleri gibi Türkiye-Suriye boyunca uzanan ve bazıları da iki ülke arasında bölük olan, demografik açıdan Irak tarafının aksine homojen olmayan ve kendine düşman silâhlı Arap aşiretleriyle çevrili bir alandan, herhalde “intihar saldırısı” olarak tanımlanması gerçeklere çok uzak düşmeyecek bir yöntemle PKK’nın başaramadığını başaracakmış. Olmadı, bizim Kürt yurttaşlarımızı ayaklandıracakmış. Üstelik Ankara’yı kara kara düşündüren “gerçek ve yakın” tehlike PKK değil buymuş.
Bu sonucu kendi olan yeni “süreç”, uzun hazırlıklar ve belirli bir düşünce silsilesi takip ediyorsa -ki ben buna kesinlikle kani değilim, bizde kervanlar hep yolda dizilir, istimin demir alındıktan sonra gelmesi beklenir- o aynı “devletin” özendirmesiyle Öcalan’ın da İmralı’dan ahizeyi kaldırıp, YPG komutanı Mazlum Abdi’yi talimatları uygulanmadığı taktirde “görevden almakla” tehdit etmesi seçeneğini bile inandırıcı bulmak gerekecektir herhalde.
Tüm bu üfürme yeni anlatının beslendiği jeo-stratejik bağlam da İsrail’in Gazze şeridinde durmayıp Lübnan’a yönelmesi, İran’a misilleme yapmak üzere olması, nihayet Suriye’ye de gireceği ve gerçek hesaplaşmanın Erdoğan Türkiyesi’yle yaşanacağı imiş. CENTCOM da bu “dev” operasyonun sponsoruymuş. Bitmedi: Bu anlatılanı anlamayan, buna ikna olmayan benim gibiler de hafif deyişle mankafalı mankurtlar hatta düpedüz hainlermiş.
Eğer Kürt yurttaşlarımız bu hikâyeyi dinlemişlerse, anlatana bakıp “vay babana rahmet” diye mırıldanmışlardır muhtemelen. YPG’nin ardından PKK’yı, Rojava’nın ardından Kandil’i çekmek ne denli “çalışır”, orası şüphe götürür. Ancak Bahçeli’nin Öcalan’ı mecliste DEM parti grup toplantısında konuşmaya daveti, siyaseten DEM’i oldukça müşkül bir duruma sokar. DEM tarafından konuşanlar her ne kadar bunun yapay bir tercih zorlaması olduğunu vurgulasalar da, Öcalan ile Demirtaş arasında, meşru ve özerk demokratik siyasetle güdümlü siyaset arasında kalıyor izlenimi verir.
Bahçeli’nin sözkonusu çıkışıyla zirveye ulaşan bu yeni, olguya dönüşmese bile algısı yeterli “sürece” bakıp, “Oyun klasik: Üç top bilardo. Sahne de klasik: Biz hangi top gidip hangi banttan hangi topu görecek diye bakarken, istaka kimin elinde onu ne görebiliyoruz, ne soruyoruz, ne düşünüyoruz, ne biliyoruz.” diye bir yorum paylaşmıştım.
Çünkü Ağrı Milletvekili Sakık’ın kanun değişikliği (“umut hakkı”) önerisi, Uçum’un tiratları, Erdoğan’ın “İsrail tehdidi” ısrarı, MSB Güler’in Pençe-Kilit Operasyonu’na ilişkin soruları “Kasım ayını bekleyin” yollu geçiştirmeleri sanki belli belirsiz bir taslak ortaya koyuyordu. Ancak hepsinin üzerine gelen TUSAŞ baskını oturulan rahat koltuklardan enginlere bakarak dalınan bu tür hülyaları bir anda berhava etti. İşin içine yine kan girdi, canlar yitirildi, ocaklar söndü.
TUSAŞ yerleşkesine yapılan terör saldırısının korkunç bir liyakat, istihbarat, güvenlik hatta ciddiyet, hatta şuur açığını da teşhir ettiği aşikâr. En basit ve temel soru: Nasıl olur da Bahçeli’nin TBMM’deki çıkışının ardından istihbarat ve emniyet, derhal durumdan vazife çıkararak kendi önlemlerini artırıp, tüm “hassas bölgelere” de aynı doğrultuda uyanık olmaları için uyarıda bulunmaz? Bulunduysa, bu uyarıların uygulanıp uygulanmadığını nasıl denetlemez?
Öte yandan zamanlama bu defa hakikaten manidar: Fethullah Gülen’in ölümü, Bahçeli’nin TBMM’deki çıkışı, Erdoğan’ın beraberinde dışişleri bakanı Fidan ve MİT başkanı Kalın olduğu halde Kazan’da BRICS toplantısında oluşu ve Putin’le görüşmesi, İstanbul’da düzenlenen Saha Expo uluslararası silâh fuarı, Şanlıurfa Milletvekili Öcalan’ın İmralı’yı ziyareti ve belki en önemlisi 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na günler kalması…
Saldırı iki günde ayaküstü mü pişirilip masaya kondu? Kandil’den Bahçeli’ye muhataplık anımsatması mıydı? Uzun namlulu silâhının ucuna bomba-atar takılı teröristler zaten iki kişiyken biri neden kendini patlattı? Bu kadar silâhla ülkenin kalbindeki bu denli stratejik bir tesisin kapısına kadar nasıl gelebildi? Veya bu iki saldırgan nereden ve nasıl gelip, o silâhlarla nerede ve nasıl buluşabildi? İçişleri Bakanlığı’na ve Mersin’deki polisevine düzenlenen saldırılarla olan “tuhaf benzerlik” nasıl açıklanabilir?
Ayrıca bu terör saldırısının TUSAŞ’ın kendi güvenlik kameralarından görüntüleri nasıl ve ne amaçla anlık sızdırıldı? Bu sızıntı nasıl ve neden önlenemedi? Sızıntının gerisinde güvenlik bürokrasisinde tortuları kalmış FETOcular mı var? Yoksa “devlet” içinde bir tür “hesaplaşma” mı başlamış durumda? Sızıntının sorumluları başka birileri adına mı çalışıyorlar? Yahut istihbarat teknolojisi zaten o birilerine uzaktan güvenlik kamerası kayıtlarına girip, diledikleri gibi izleme ve paylaşma olanağı mı tanıyor? Böyleyse bu “birileri” kim?
Asıl konumuza geri dönersek ve Öcalan’a kürsü davetinden önceki cümlelerini dikkatle okursak Bahçeli özetle “tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” der gibi. Başka deyişle, karikatürize etmeden simgeselleştirmeye çalışırsak bu defa meydandaki kürsüden Öcalan’a asılması için urgan atmak yerine, meclisteki kürsüden DEM’e “çekme halatı” uzatıyor. Ancak bunun yalnızca tek defaya geçerli -al ya da terk et- bir fırsat olduğunu ima ediyor sanki. (Bu konuda görüş belirtenler arasında en fazla Akif Beki’ye koşut düşünüyorum.)
Yüksek rakımda konuşlu iyi sıhhatte olsunlar akılları sıra Öcalan eliyle DEM’i Kandil’in elinden alıp, Demirtaş’ı da Kandil’in yanına iteklemeyi öngörmüş olacaklar. Bu arada PKK’sız kalırsa, Öcalan neyi temsil edecek, orası meçhul. Dahası, aynı kafalar DEM’i Kandil ile Öcalan arasında ve meşru siyasetin de dışında bırakıp, Demirtaş’ı da PKK’nın elinde göstermeye de yelteniyor.
Oysa gözden kaçırdıkları, Demirtaş’ın bir “poster çocuğu” olmadığı. Aksine Demirtaş Kandil’dekilerin kırk senedir dağ başında yaptığının ne denli boşuna ve kendini beğenmişçe olduğunu ortaya koymuş bir lider. İnsan hakları avukatlığından bu günlere mücadele içinde pişerek gelmiş bir siyasetçi. “Siyaset yoluyla çözülmesi arayışlarını kanla kesmeye çalışan anlayış bilmeli ki eğer Öcalan bir inisiyatif alır ve siyasetin önünü açmak isterse tüm gücümüzle arkasında olacağız” paylaşımı da bunu kanıtlıyor.
Artık başta CHP, demokratik muhalefetin tamamına düşen, Prof. Dr. Somer’in de belirttiği üzere pro-aktif bir tutum almak. Tabanlarına basarak düzayak beklememek, ayaklarının ucunda durmak. Çekinmeden, sıkılmadan, kekelemeden tam demokrasi ile terörle etkin mücadelenin birbirlerini dışlamadığını vurgulamak. Temel hedefin halen ve bugün, dünden de daha acil olarak, cumhuriyeti gerçek demokrasiyle taçlandırmak olduğunu sürekli yinelemek. Terörle etkin mücadelenin tek yolunun Suriye ve Irak’ta siyasal hedefleri belirsiz, açık uçlu ve kalıcı askeri harekâtlardan geçmediğini akılda tutmak.
Tüm bunlar için de önce atları arabanın önüne koşup, meclis aritmetiği gerekçesiyle siyaseti askıya almayıp, erken seçim istemek. “Yönetemiyorsunuz getirin sandığı milletin önüne” demek. Umalım ki CHP’nin 27 Ekim Pazar günü düzenleyeceği miting buna bir ilk vesile, bir siftah olsun.