“Alana çıkmak”, “sokağa inmek” gazetecilerin ve siyasetçilerin çok sevdiği ve seçim zamanlarının popüler hazır kalıpları. Kampanyanın hızlandığını, siyasetçi ile seçmenin temas ettiğini ve somut gözlemlerin ortaya çıktığını anlatmak, heyecanı harlamak için kullanılıyor. Herhangi bir siyasetçinin, alana çıkmak için neden seçimin son haftalarını beklediği veya “alan” neresidir soruları ise ayrı bahis. Kuvvetli adaylar ve liderlerin, ziyaret, toplantı ve mitinglerle nabız ölçtüğü, aldığı tepkiler ve sevgi gösterileriyle tartıldığı dönemeci işaret ediyor, “alana çıkmak”. Mesela, aslında hiç alandan çekilmeyen Erdoğan için, “henüz alana çıkmadı” değerlendirmesini her seçimden önce duyuyoruz. Çünkü alana çıktığı anda mevcut durumu etkileme kabiliyeti olduğuna ilişkin -bazı kanıtları da olan ve iki tarafta da geçerli- kuvvetli bir inanç var. Benzer şekilde, güçlü figürlerin alana indiğinde süreci -elbette kendi lehlerine- değiştirebileceği ileri sürülüyor. Son yıllarda, siyaset esnafının kalabalık bir parçası haline gelen uzman, danışman hatta bir grup akademisyen ise bu yaklaşımı, kimi zaman ezoterik kimi zaman bilimsel muhtevalarla iyice süslüyor. Evet, alana çıkılınca bazı dengeler değişebilir, özellikle kararsız, tereddütlü kesimler etkilenir ama her şeyin altüst olduğu çok fazla örnek yok aslında. Ayrıca alana çıkmak, alanda mecbur kalınanlar ve karşılaşılacaklar yüzünden, her zaman pozitif sonuç doğurmayabilir hatta ciddi riskler de içerebilir.
Geçen hafta “Seçime doğru ara rapor” yazmıştım. Bu hafta, adaylar ve liderlerin alana inmesiyle yarattıkları etkileri, bu avantaj/risk değerlendirmesine eklemek istiyorum. Çünkü özellikle seçimin iki kritik aktörü Erdoğan ve İmamoğlu artık sahada. Mevcut duruma değinmeden önce, sürekli referans verilen 2019 deneyine kısaca temas etmek gerek. 2019’u yaratan çok sayıda unsur var. Ancak biraz kabalaştırılmış bir özetle, belirleyici ana eksenleri şöyle düşünebiliriz: Cumhur İttifakı, merkezi yönetimde olmanın, hatırlatma gereği duyulmayan bir avantaj olduğuna inandı. Bu yüzden, muhalefetin “tehlike” olarak işaret edilmesine ağırlık verdi. Bir önceki yıl (2018) çalıştığına inanılan “Beka” söylemini, abartılı ve kaba biçimde tekrar etmenin yeteceğini düşündü. Aşırı kullanım ve kendi abartısıyla inandırıcılığını tüketen saldırganlık, zayıf kaldı hatta ters tepti. Ancak bu ters tepmenin muhalefet stratejisiyle ilişkisi çok daha fazlaydı. Muhalefet ittifakı, kampanya öncelikleri ve aday tercihleriyle, iktidarın kurduğu dezavantajlı sahneye çıkmadı. Tam aksine her biri son derece zayıf olan yerel adayları karşısına almayı tercih etti. Yani rakibini ve temalarını kendi belirledi, en azından iktidarı gerilimde yalnız bıraktı. Adayların alandaki çalışmalarını ve kampanyalarını, “zaten tanıdığınız isim” veya “tanısanız seversiniz” söylemine yükledi. İmamoğlu’nun başladığı ve bitirdiği nokta arasındaki mesafe de buradan doğdu.
Bugüne gelirsek, alandaki durum, tercihler ve mecburiyetler bakımından 2019’dan biraz farklı. İktidar tarafından başlayalım: Cumhur İttifakı, 2019 hatasını tekrar etmemek ve muhalefetin 2023 travmasından azami faydalanmak için daha farklı bir yola yöneldi. İstanbul’da Kurum’un aday seçilmesi ve Erdoğan’ın Hatay’da yaptığı ve sonra ısrarla sürdürdüğü “ne kadar oy o kadar hizmet” söylemi, kampanyanın iki önemli ayağını oluşturdu. Sonuna gelindiği sanılan, kentsel rant ve inşaata dayalı birikim modelinin “kentsel dönüşümle” yeniden ihyası hedefleniyor. “Depreme önlem” diye sunulan “dönüşüm”, insan hayatından ziyade gayri menkulleri (yani malı) korumak hatta “değerini” artırmak iddiasında. Yani senelerce AKP’ye seçim kazandıran rant dağıtımı düzeneği, yeniden göreve çağırılıyor. Bunun doğal uzantısı olarak, merkezi iktidarın belirleyiciliğinin -gaf sanılan- bir abartıyla altı çiziliyor ve tehdit ölçüsünde hatırlatılıyor. Muhalefetin “tehlike” tarafına fazla değinilmiyor, zayıflığına ve dağınıklığına vurgu yapılıyor. Seçmen, bu kez “Beka için teyakkuz” yerine “uyanıklığa” çağrılıyor. Beka teması veya “DEM’lenme” meselesi, -bu kez muhalefet tarafından destek bulduğu için- ana eksen değil, değinilen ve sokak trollerine havale edilen bir tema. Muhalefeti küçümseme ve zayıf gösterme işinde ise geçen yıldan verimliliği test edilmiş, “çatlakları” kurcalama yine öne çıkıyor. Erdoğan ve adayları, özellikle CHP’de olanlara değinmeden konuşmalarını bitirmiyor.
Erdoğan’ın -senelerdir çok değişmeyen ve popülist siyasetin bariz alameti olan- seçim kazanma stratejisi, rakibini zayıf ve karşısındakileri “azınlık” gösterme üzerine kurulu. Rakibini en zayıf -veya kolay zayıflatılabilir- aktör olarak seçip, muhalefet blokunu “azınlık” olarak tarif edince, otomatik olarak kendisi olduğundan daha güçlü ve arkasında yer alanlar da sarsılmaz çoğunluk haline geliyor. Bu stratejiyi bozabilecek yöntemlerden biri, rakiplerinin siyaset performansıyla yüksek özgüven göstermeleri ve dönüştürme enerjisiyle tercih parametrelerini yenileyebilmeleri. Ancak bunu henüz başarabilmiş değiller. İkinci bir yöntem ise -2019’da olduğu gibi- ringe kiminle çıkacaklarına kendilerinin karar vermesi. Yani iktidarın içinden, -yenilebilir- zayıf rakip tedarik edip onu yenmeye çalışmak. Açıkçası bu seçimde muhalefetin önüne bu fırsat bir kez daha geldi. Murat Kurum’un Binali Yıldırım’ı aratmayacak ölçüde zayıf bir figür olması büyük şanstı. Fakat İstanbul ve İmamoğlu özelinde, 1 Nisan ve 2028 odaklı “misyon etiketi”, bu avantajı kullanmak yerine Kurum’u muhatap almama hatta küçümsemeyi öne çıkarıyor. İmamoğlu, hem kariyer planı ve hem de kendisine yüklenen rol yüzünden, kolay rakip Kurum yerine, zorlu rakip Erdoğan’la boy ölçüşmek zorunda kalıyor. (Erdoğan da onu sürekli buraya çağırıyor) İmamoğlu’nun, siyasi geleceğiyle Erdoğan’ın yenilme ihtimali arasında kurulan paralellik yüzünden bundan kaçınması zor. Anlaşılan, kazanma ihtimali yükseldikçe, “asıl rakibi yenen” unvanının çekiciliği de artıyor.
Erdoğan, elini muhalefetin ve hatta muhalefet partilerinin içinden çekmiyor, olup bitenleri de dilinden düşürmüyor. Çünkü, muhalefet blokunun heveslileri sayesinde, burada çok verimli bir maden olduğunun farkında. Bu kırılma geçen yıl çok işe yaradığı için muhalefetin iç sorunları, yerel seçimin önemli temalarından biri haline getiriliyor. İşin diğer tarafında da, bu taarruzu savuşturmak şöyle dursun biraz köpürtmenin faydasına inananların az olmadığı görülüyor. 1Nisan hatta 2028 menziline göre kurulan hesaplar, “büyük rakibi” alt etmenin etkisini daha da yükseltmek için, bunun herkese rağmen yapıldığı iddiasını ekliyor. İmamoğlu kampanyasının planlanmış bir parçası mı yoksa hevesli taraftarların ya da yorumcuların işgüzarlığı mı bilmiyorum ama bu konudaki suçlama ve “tespitlerin” kalibrasyon sorunu, giderek daha önemli bir risk faktörü haline geliyor. Herkesle birlikte kazanma yerine herkese rağmen kazanma vurgusunu öne çıkarma, kişisel karizma parlatmak için kullanışlı olabilir (Bknz. Erdoğan) ama – hem kazanmayı hem de kazanmanın paylaşımını (sahiplenilmesini) zorlaştıran bir tarafı var. Çünkü kazanmak kadar, bunun kimler tarafından nasıl sahiplenildiği, “sonrasına” dair süreci şekillendiriyor. 2019’un önemli farklarından biri de, herkesin kendisi için bir pay çıkarabiliyor olmasıydı. Dolayısıyla yedi düvele karşı ve herkese rağmen kazanan olmak, daha sonra sürekli pazarlıklarla takviye gerektiren peşin bir “yalnızlık” riski taşıyabilir.