İki kader ortağı: Trump ve Netanyahu

Donald Trump ve Benjamin Netanyahu’nun birlikte iktidarda olduğu 2017-2020 yılları Orta Doğu'nun çehresini köklü bir şekilde yeniden şekillendirdi. Bugün tanık olduğumuz tüm gelişmeler biraz da o mirasın üzerinde yükseldi.

Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıması (2017) ve ABD'nin İran nükleer anlaşmasından çekilmesi (2018) sadece politik kararlar değil sembolik jestlerdi. Trump yönetimi iki devletli çözüm seçeneğini bir kenara bırakacak, Filistinlilere yönelik ABD yardımlarını kesecek ve hatta Washington'daki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ofisini kapatacaktı (2018).

Aynı dönemde ABD, İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıyor (2019) ve Batı Şeria'daki İsrail yerleşimlerini yasadışı olarak nitelendirmekten vazgeçiyordu (2019). Bu adım sadece ABD’nin 50 yılı aşkın süredir devam eden dış politikasının yönünü radikal olarak değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda Rusya ve Çin gibi ülkelerin etnik temelli genişleme politikalarına karşı ABD’nin uluslararası hukuk üzerinden yaptığı itirazların temelini de sarsıyordu.

Filistin sorunu arka plana itiliyor

Bugün İsrail’in devam eden savaşını (bir nevi) mümkün kılan İbrahim Antlaşmaları da (2020) Trump ve Netanyahu’nun yakın iş birliği ile mümkün oldu. “Dışarıdan içeriye" stratejisine yaslanan antlaşmalar Arap devletleri ile İran tehdidi üzerinden ilişkilerin normalleşmesi mantığını güdüyordu. Bu süreç, Filistin davasını geri planda bırakarak, İsrail’in Arap dünyasıyla daha geniş bir entegrasyona girmesini sağladı. Filistinlilerin İsrail'e karşı Arap devletlerinden bekledikleri desteğin azalmasına neden oldu ve Filistinlilerin İsrail üzerindeki baskı kurma kapasitelerini ciddi oranda zayıflattı.

İsrail’in Orta Doğu’daki pozisyonunu önemli ölçüde güçlendiren İbrahim Antlaşmalarının kolaylaştırıcısı ise Trump’ın damadı Kushner olacaktı. Kushner’in ailesi ile Benjamin Netanyahu arasındaki kişisel bağ İsrail ve ABD diplomasisi arasında kurumsal olmayan ama derin bir güven tesis ediyordu. Hatta bu bağ o kadar yakındı ki Netanyahu'nun ABD ziyaretlerinden birinde Jared Kushner’in Netanyahu’ya New Jersey'deki evinde kendi yatağını verdiği haberlere yansıyacaktı.

Bozulan ilişkiler

Donald Trump ve Benjamin Netanyahu arasındaki bu yakın ilişki Trump'ın seçim yenilgisi ile bozuldu. Zira ortak çıkar algısı ve karşılıklı hayranlıkla şekillenen ilişkileri, kişisel uyum kadar siyasi fayda üzerine de inşa edilmişti. Trump 2020 seçimini kaybedince Netanyahu, Amerikan müesses nizamını karşısına almaya çekinecek ve yeni seçilen ABD Başkanı Biden’ı ilk kutlayan liderlerden biri olacaktı.

Trump elinden çalındığını (hala) iddia ettiği bu seçimler sonrasında Netanyahu’nun sonuçları tanımaktaki aceleciliğini ve tebrikini kişisel ilişkilerine ve Netanyahu için yaptıklarına derin bir ihanet olarak gördü.

Belki de tam da bu nedenle 7 Ekim saldırısı sonrasında Netanyahu’nun İsrail’in gelişmiş savunma sistemlerine rağmen saldırıyı durduramamış olmasını eleştirecek ve olanların Netanyahu'nun sorumluluğunda olduğunu vurgulayacaktı. Hatta daha da ileri gidip İsrail hükümetinin Gazze'de devam eden çatışmalarda halkla ilişkiler savaşını kaybettiklerini de söyleyecekti.

Joe Biden ve Binyamin Netanyahu

Krizlere karşı güçlü liderlik söylemi

Ancak bütün bunların ötesinde Trump ve Netanyahu'nun çok önemli bir kader bağı vardı. Mevcut çatışmanın devamı Netanyahu için iktidarını korumanın ön koşulu, Trump için ise iktidarı yeniden ele geçirmenin kolaylaştırıcısıydı.

Zira her iki lider de ciddi suçlamalarla ve iktidarı kaybettikleri anda yargılanma tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Netanyahu üç ayrı davada rüşvet, dolandırıcılık ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılanıyordu ve eğer suçlu bulunursa 10 yıla kadar hapis cezası alma ihtimali ile karşı karşıyaydı. Trump'a yöneltilen suçlamalar ise seçim yolsuzluğu, seçim sonuçlarını değiştirmek için yasa dışı komplo örgütlemek, adli yargılama sürecini engelleme gibi konular da dahil olmak üzere daha çeşitliydi. Toplamda 34 suçtan yargılanan Trump, eğer seçimleri kazanamazsa, 20 yıla kadar hapis cezası alabilecekti.*

Bir diğer deyişle her iki liderin de yeniden seçilme ve iktidarı ele geçirme mücadelesi yasal sorunlarıyla yakından bağlantılıydı. Her iki lider için de seçimleri kazanmak sadece siyasi bir arzu/hırs değil aynı zamanda varoluşsal bir zorunluluktu.  

İktidar savaşı

Netanyahu, Hamas'a karşı başlayan ve giderek genişleyen savaşın etkisiyle İsraillileri güvenlik endişeleri etrafında bir araya getirerek kendi siyasi tabanını güçlendirirdi. Savaş başlamadan önce toplumsal desteğini hızla yitiren Netanyahu hükümetine savaş sonrasında destek giderek arttı. Ancak bu destek hala çok güçlü değildi ve İsrail içinde özellikle Filistin meselesinin “Bibi Tarzı” ile çözümüne dair bir toplumsal uzlaşma oluşmamıştı.

Mesele Hizbullah ve İran’a gelince Netanyahu’nun kamuoyu desteği artmaktaydı. Üstelik savaşın direksiyonunu Filistin sorunundan İran sorununa kırmak İsrail’in hem bölgesel hem de küresel destek arayışı ile uyumluydu. İbrahim Antlaşmalarının “dışarıdan içeriye” stratejisine uygun olarak bölgede İran ile hesaplaşan bir İsrail hem Körfez’in hem de ABD’nin Netanyahu hükümetine daha fazla alan açmasına olanak tanıyordu.

Bu tırmanan savaş hali ABD’de ise Trump’ın elini güçlendirecekti. Siyasi söylemini ve başarısını ulusal ve küresel krizler ve bunları çözebilecek tek aday olmak üzerinden inşa eden Trump için bu gerginlik bulunmaz bir fırsata dönüştü. Başkan ve başkan yardımcısı adaylarının tartışmalarında Trump kanadının sıkça vurguladığı gibi Trump başkanlığı döneminde “dünya barış içerisindeydi” ve Biden’ın zayıf yönetimi savaşlara yol açmıştı.  Dünya yeni bir dünya savaşına doğru giderken ancak olası bir Trump başkanlığında bu çatışmalar bitecekti.

Daha da önemlisi bu küresel savaşlar “evde” enflasyon olarak doğrudan Amerikalıların geçim dertlerini etkiliyordu. Bölgesel gerilim zaten yüksek enerji fiyatlarının hızla artmasına ve seçim öncesinde Trump’ın Biden’ı en çok eleştirdiği konulardan biri olan “yükselen enflasyona” neden olabilirdi.

Kamala Harris ve Netanyahu

Seçimler ölüm kalım seçimine dönüşürse

Biden geçtiğimiz hafta Amerikan basınındaki "Netanyahu’nun ABD seçimlerini Trump lehine etkilemeye çalıştığı ve bu nedenle ateşkese yanaşmadığı" iddialarına şu şekilde yanıt verecekti: “Hiçbir Amerikan yönetimi İsrail'e benden daha fazla yardım etmedi. Hiç. Hiç. Hiç. Bibi’nin bunu hatırlaması gerektiğini düşünüyorum.” Öyle ya, hangi ABD Başkanı, Nasrallah'ı öldüren saldırıda ABD yapımı 2.000 poundluk bombaların kullanılmasına izin verirdi? Hangi ABD başkanı Gazze’nin dünyanın gözleri önünde yerle bir edilmesine bu kadar ortak olabilirdi?

Kamala Harris’in ABD başkanlığına seçilmesi durumunda, ABD’nin İsrail ile olan ilişkilerinde köklü bir değişim beklemek ise naiflik olur. Ancak, Harris Filistin meselesinde daha dengeli ve insan haklarını önceleyen bir yaklaşım ve İsrail’e yönelik daha fazla sınırlama talep eden tabanına daha fazla yanıt vermek zorunda kalacağı da açık.

Kendi tabanında benzer bir baskı ile karşılaşmayan Trump ise eğer seçilirse Netanyahu’ya olan kızgınlığını bir kenara koyup ikinci bir balayı yaşayabilir. Böyle bir durumda Netanyahu Trump’a Biden yönetiminin bir türlü beceremediği ateşkesi de hediye edebilir. Ya da Jared Kushner’in geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabında önerdiği gibi “hazır İran bu kadar ifşa olmuşken bu fırsatı değerlendirip İran tehdidini etkisiz hale getirmemek sorumsuzluktur" da diyebilir ve İran’a karşı bölgesel bir savaşa ivme kazandırabilir. Zira Gazze konusunda Netanyahu ile arasında sorunlar çıkabilecek Trump yönetimi, söz konusu olan İran olduğunda İsrail ile bir uyum yakalayacaktır.

1996'da Bill Clinton'ın, Benjamin Netanyahu ile yaptığı ilk resmi görüşmenin ardından öfkeyle bir yardımcısına dönerek şöyle dediği rivayet edilir: "Buradaki süper güç kim (who the f.ck is the superpower here)?" Görünen o ki, Netanyahu elindeki çekiçle Amerika'nın süper güç olma iddiasına darbe vurmaya devam edecek.

*Not: 2024 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, görevdeki başkanların resmi eylemleri nedeniyle yargılanmaktan muaf olduğuna hükmederek Trump'a geçici bir kalkan sağlamıştı. Ancak geçtiğimiz hafta hazırlanan yeni iddianameye göre suç teşkil ettiği iddia edilen eylemler başkanlık görevlerinin kapsamı dışında kalıyordu. Pek çok yeni bilgi içeren bu iddianameyi Amerikan siyaseti meraklıları ve demokrasinin içeriden nasıl çürütüldüğünü anlamak isteyenler muhakkak okumalı.

KİTAP ÖNERİSİ

Amy Kaplan, Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail arasındaki derin kültürel, tarihsel ve politik bağları incelediği "Our American Israel: The Story of an Entangled Alliance (2018)” ABD ve İsrail arasındaki özel ilişkiyi anlamak isteyenler için bulunmaz bir kaynak.

Kaplan kitabında bu iki ülke arasındaki "özel ilişkiyi" şekillendiren ve sürdüren unsurları, özellikle kamuoyu, medya temsilleri, dini anlatılar ve siyasi çıkarlar üzerinden ele alıyor.

Kitap, ABD-İsrail ilişkilerinin yalnızca stratejik çıkarlar temelinde değil, aynı zamanda Amerikan kültürel kimliği ve değerleriyle de sıkı sıkıya bağlı olduğunu vurguluyor. Şiddetle tavsiye ederim.