Daha 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısının henüz gerçekleşmediği günlerdi. Batı dünyası altın günlerini yaşıyor, demokrasi küresel çapta zaferini ilan ediyordu. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından ABD, dünyanın en güçlü ülkesiydi.
Liberal dünya düzenin bu altın çağında yeni yüzyılın ilk ABD başkanlık seçimleri, tarihin en çalkantılı seçimlerinden biri haline geldi. George W. Bush ile Al Gore arasında geçeceği düşünülen seçimin kaderini üçüncü bir adayın varlığı değiştirdi: Ralph Nader.
Ralph Nader, giderek kültürel bölünmelerin belirleyici olduğu Amerikan siyasetine yeni bir soluk getiriyordu. Kampanyasında bugün hala siyasal aktörünü bekleyen iklim krizi ve toplumsal adalet gibi konuları ele almakla kalmıyor, aynı zamanda Amerika'nın en büyük sorunlarından biri olan gelir eşitsizliğine de değiniyordu.
Ralph Nader
İki ana partiye, yani Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’ye sıkışmış, her iki partiden de memnun olmayan, hatta siyasetten giderek uzaklaşan seçmenlere hitap ediyordu. Memnuniyetsiz/apatik seçmene başka bir seçenek daha var diyordu.
Seçim sonucunu üçüncü parti belirlerse
Ralph Nader bu kritik seçimlerde Yeşil Parti’nin adayı olarak yüzde 2,7 gibi oldukça yüksek bir oy oranına ulaştı. Ancak asıl etkisi, Amerikan seçimlerinin kendine özgü doğası nedeniyle kilit eyaletlerde, özellikle de Florida'da hissedildi. Florida'daki oy sayım süreci Amerikan seçim tarihinde en tartışmalı olaylardan biri haline gelecekti. Oy sayımı günlerce devam eden Florida eyaletinde George W. Bush, Al Gore’a karşı yalnızca 537 oy farkıyla kazandı. Nader ise Florida’da 97 bin 488 oy almıştı.
Nader’in Demokratlar lehine yarıştan çekilmemesi, Demokrat Parti’nin bu kritik seçimleri kaybetmesinin ana nedeni olarak görüldü. Küçük bir oy farkı ile George W. Bush’un kazandığı bu tartışmalı seçim 11 Eylül ve arkasından gelen savaşlar olmasaydı belki de bugün sadece Amerikan Siyaseti derslerinde okutulan bir ilginçlikten ibaret kalacaktı. Ancak 11 Eylül oldu ve bu seçimler sadece Amerika'nın küresel liderliğinin geleceğini değil, aynı zamanda dünya talihinin akışını da değiştirdi.
Liderler tarihi ne kadar etkiler?
Peki, George Bush yerine Al Gore kazansaydı, gerçekten ne değişirdi? Demokratların iş başında olduğu bir Amerikan hükümeti 11 Eylül’ün ardından teröre karşı nasıl bir tepki verirdi? ABD’nin dış politikası, terörle mücadeleye bu kadar yoğunlaşır mıydı yoksa daha çok diplomasiye mi yönelirdi? Al Gore, küresel ittifakları Bush’tan daha güçlü bir şekilde korur muydu?
George Walker Bush (solda) ve Albert Arnold Gore (sağda)
Bu soruların kesin cevaplarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak, Bush ve temsil ettiği koalisyonun şahin tutumu, Amerika’yı Irak işgaline götüren tarihsel bir dönüm noktasıydı ve onların “aktörlüğü” dünyayı bambaşka bir yer haline getirdi.
Yıllar sonra Ralph Nader Bush’a açık bir mektup yazarak Bush hükümetini Irak’ta bir sosyokırımı (sociocide) gerçekleştirmek ve “Kongre’nin savaş ilanı olmadan gerçekleştirdiği bu yasadışı askeri eylemlerinin sorumluluğunu da hiçbir zaman” almamakla eleştirdi.
Nader Bush’a yazdığı açık mektupta tarihin akışında kendisine de yüklenen sorumluluğun aslında hiçbir şekilde ona ait olmadığını söylüyordu biraz da. Demokratik hakkını kullanarak aday olmak ve seçmenlere başka bir seçenek sunmak, daha sonra ortaya çıkan sorunların ve “suçların” sorumluluğunu dolaylı da olsa ona yükler miydi?
Yeşiller Partisi ve Jill Stein
Amerika, yine hem kendi geleceğini hem de tüm dünyanın gidişatını belirleyecek son derece kritik ve başa baş bir seçim sürecinin içinde. Bu seçimde sadece Harris ve Trump değil, Cornel West gibi başka adaylar da sahnede. Bu başka adaylar arasında en fazla oy potansiyeline sahip olan ise yine Yeşiller Partisi’nin adayı Jill Stein.
Jill Ellen Stein
Jill Stein, ilk kez iki ana partiye karşı yarışmıyor. Trump’ın başkan seçildiği 2016 seçimlerinde yaklaşık yüzde 1 oy almıştı. Bu küçük oy oranına rağmen Michigan, Wisconsin ve Pennsylvania gibi kritik eyaletlerde kazandığı oyların Trump’ın seçilebilmesine etki ettiği iddia edildi. 2020 seçimlerinde ise Stein aday olmadı.
Stein tıpkı Nader gibi kültür savaşlarına odaklanmış seçim siyasetine yeni bir soluk getiriyordu. "Yeni Yeşil Uzlaşma" gibi politikaların Demokrat Parti tarafından benimsenmesinden çok önce, yenilenebilir enerjiye geçiş, öğrenci borçlarının ortadan kaldırılmasına ve evrensel sağlık hizmeti gibi konulara dikkat çekiyordu. 2024 kampanyasını ise istihdam, sağlık, barınma, gıda ve eğitim gibi hakları garanti altına alacak bir "ekonomik haklar bildirgesi" etrafında yürütecekti.
Müslüman seçmenler ve Filistin
Ancak 2024 seçimlerinde Stein asıl farkını Filistin konusundaki tutumu ile gösterdi. Kampanyası Gazze’de kalıcı ateşkes, İsrail’e yönelik bir silah ambargosu ve üniversitelerin silah yatırımlarından çekilmesi gibi talepleri öne çıkardı. Üstelik bir İsrail karşıtı protesto esnasında da göz altına alındı.
Bu tutumuyla Demokrat Parti'nin İsrail konusundaki tutumuna öfkelenmiş geniş bir memnuniyetsiz seçmen kitlesine ulaştı. Kimi anketlere göre, geniş bir Arap Amerikalı topluluğuna ev sahipliği yapan Michigan'da, Müslüman seçmenlerin yüzde 40'ı Stein’i destekliyordu. Stein, Arizona ve Wisconsin gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu ve Biden’ın 2020'de Trump’ı az farkla yendiği kritik eyaletlerde de Harris'in önünde yer alıyordu. 2020 seçimlerinde büyük ölçüde Biden’ı destekleyen Müslüman Amerikalılar, Biden’ın İsrail yanlısı politikası ve Harris’in bu konuda somut adımlar atmaması nedeniyle seçim davranışlarını değiştiriyorlardı.
Tam da bu desteğin seçim sonucunu potansiyel olarak değiştirici etkilerinden yola çıkan Demokrat Parti bloğu, Stein gibi üçüncü parti adaylarına oy vermenin dolaylı olarak Trump’a destek anlamına geldiğini söylemeye başladılar. Trump destekçilerinin bu adayların oy pusulasında yer alması için çaba gösterdikleri ve Trump’ın eski avukatlarının Stein’ın hukuki temsilciliğini üstlendiği de buna kanıt olarak gösterildi.
Kazanacak partiye mi oy vermeli?
Bu ülkenin seçmenleri olarak bu tartışmaya çok aşinayız hiç kuşkusuz. Her seçim döneminde birer seçmen olarak hepimiz aynı ikilimle karşı karşıya geliyoruz: Kendi ideallerimizi bir kenara bırakıp kazanma şansı en yüksek olan adaya mı oy vermeliyiz? Daha az kötü olanı mı tercih etmeliyiz? Yoksa oyumuzu ilkelerimiz ve arzularımız doğrultusunda mı kullanmalıyız? Stratejik mi davranmalıyız yoksa vicdanımızı mı dinlemeliyiz?
Cevapları kolay sorular değil bunlar. Zira üçüncü (ya da düşük oy oranına sahip) partiler evet seçim kazanamıyorlar ama varlıkları ile seçim yarışının ötesinde bir etki yaratıyorlar. Kısa vadeli seçim kazanma hedeflerine odaklanmış ana akım partilerin aksine, uzun vadeli toplumsal çıkarları siyasetin gündeminde tutarak bir rol oynuyorlar. Anaakım partilerin göz ardı ettiği konuları gündeme ekleyerek iz bırakıyorlar. Anaakım partilerin programlarını dolaylı olarak şekillendiriyorlar. Bunu sol partiler yapmadığında, sağ partiler yapıyor.
Üstelik pek çok araştırma, dünya genelinde seçmenlerin kendilerine sunulan alternatiflerden memnun olmadığını gösteriyor. Bu oran Amerika'da yaklaşık yüzde 30 seviyelerinde. Stein ve Yeşil Parti gibi seçim kazanmaya odaklı olmayan partiler, anaakım partilerden oy çalmadıklarını; aksine, anaakım partilere karşı hoşnutsuzluk besleyen seçmenleri sandığa çekerek siyasete yeniden katılmalarını sağladıklarını savunuyor. Örneğin, Stein, seçim ikili bir yarışa sıkıştığında evde kalmayı tercih edecek seçmenleri, kendilerini ifade edebilecekleri bir alternatif sunduğu için sandığa gitmeye teşvik ettiğini iddia ediyor.
Yine de sandığa giden her seçmen bu seçim, o kritik seçimse, kazanamayacak bir adaya verdiğim oy, dünyayı hiç beklemediğim ve istemediğim bir şekilde değiştirebilir mi sorusunu sormadan edemiyor. Ralph Nader’in Irak savaşıyla peşine düşen hayalet, bugün hala gönlünden geçen adaya oy vermek isteyen seçmenlerin peşini bırakmıyor.