Yaklaşık bir yıl önce Rus paralı asker yapılanması Wagner’in lideri Trigozhin/Trigojin, kaza mı suikast mı sorusuyla gündemdeydi. İçinde bulunduğu jet düşmüş ve cesede ulaşılamamıştı. Tabii şehir efsaneleri hemen yayılmış, ‘yaşıyor mu öldü mü?’ sorusu akıllardaydı. Bizde ve muhtemelen dünya genelinde sokak röportajlarının konuları arasına bile girmişti. Haber bültenleri, analiz, yorum ve araştırmalara konu edilmesi normaldi elbette. Fakat sokaklar da bu konuyla kaynıyordu. İlginç olan sokaktaki insanın bile gündeminde olmasıydı, Trigojin öldü mü, yaşıyor mu sorularına her kafadan çıkan sesle farklı yanıtlar geldi. Soruların yanıtsız kaldığı, halkın kamera ve mikrofona yaklaşmak yerine hızlanarak uzaklaştığı ülke ise Rusya idi.
Bizim ulusal kanallardan birisi Moskova caddelerinde gezinerek yoldan geçenlere mikrofon uzatmıştı. Ancak izlediğim yayında tek bir kişi bile sorulara cevap vermedi. Rusya halkının konusu değilmiş gibi, çekim uzayda bilinmedik bir gezegende yapılıyormuş gibiydi tepkisiz kalışları. Ne resmi açıklamaları desteklemek ne de alternatif söz üretmek isteyen vardı. Muhalefetsizlik üzerine tartıştığımız günlerdi üstelik. Bir ülkede halk nasıl dilsizleştirilir, apolitik tutum toplum geneline nasıl yayılır, korku iklimi nedir, canlı canlı izledik o yayında. Eyvah, demiştim izlerken. Bizi yönetenler bu tabloya kim bilir ne kadar imrenmişlerdir. Otoriter rejimlerdeki karar vericilerin ağzının suyu akmıştır herhalde. Derken bu yayına yakın zamanların birinde yine bir ulusal kanalın haber bülteninde, Ankara’da yaptığı sokak röportajı yayını belirdi ekranda. Sabahın beşinden itibaren ucuz et (!?) sırasına girmiş yaşlı başlı insanlar kuyrukta bekliyordu.
Mikrofon uzatılanların çok azı konuştu. Metrelerce uzayan sırada bekleyenlerin büyük kısmı, kameraya sırtını dönerek yüzünü gizlemeyi tercih etti. Pek çok nedeni olabilir konuşmak istemeyişin, kendi gizleme ihtiyacının ama görünen yoksulluğun iktidar tarafından yönetim politikası olarak kullanıldığını da düşündürüyordu. Zorunlu bağımlılık ilişkisi nedeniyle yaşamını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu, görece yaşamını kolaylaştıran bazı imkanlarını kaybetme endişesi, öğretilmişti insanlara. Sunulan sosyal destekler ve piyasadan bir parça daha ucuz gıdaya erişme fırsatını kendisine yurttaşlık hakkı olarak değil de ideolojik destek şartıyla verildiğinin bilincinde insanlar. Yoksulluğu korku iklimiyle yönetmeyi, iyi yönetim gibi pazarlamayı sürdürenler, şimdi politikalarını yeni bir boyuta taşıyor.
Bu yılın 8 Ağustos’unda ise Türkiye karar vericileri sokak röportajları konusunda harekete geçti. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Ebubekir Şahin sosyal medya mesajı yayınladı. Artık sokak röportajı yayınlayan kanallar da RTÜK’ün radarındaydı artık. Gerekçe tabii ki dezenformasyon (yıllardır hepimize belletildiği üzere dezenformasyon yapma yetkisi, dezenformasyon başkanlığının tekelinde) olmalı. Sosyal medya gönderisiyle ilan edilen uyarı gerçekte uyarıdan öte bir yasaklama haberi. Çünkü “sokak röportajı yayınlarında dezenformasyon ve manipülasyon yapıldığı” ifadesi ihtimal payı taşımıyor. İzlemeye alınmasından da ibaret değil. Peşinen hüküm verilmiş, kalem kırılmış, Şahin bizlere bunu haber veriyor sadece. Rusya halklarının içine çekildiği korku iklimi yaratma yöntemi, Türkiye’de de modelleme yoluyla taklit edilecek diyebiliriz. “Çakma Goebbels’in” propaganda aygıtlarından birisine dönüşmüş olan RTÜK politik olarak tespit edildiği anlaşılan yolun ilk adımlarından birisini atmış görünüyor.
Sözün tam bu kısmında sıkça aldığım bir eleştiriye cevap vermek için küçük bir parantez açmaya ihtiyaç duyuyorum. Son yazımda Aile Hukuku Değerlendirme Kurulu’nu İran’daki İrşad Bürosu ile tanımlamam okurlar ve dostlar tarafından “aşırı yorum” nitelendi. Eleştiri sahiplerine değer verdiğim için cevaplama ihtiyacı duyuyorum. Korku iklimine doğru toplumun sürükleneceğini söylemem de aynı şekilde karşılanabilir o nedenle tam yeri geldi cevabın. Girilen bu yolun çıkabileceği sokakları gözden geçirince en tehlikeli sapak olarak gördüklerimi yazıyorum. Yaşam felsefemde ‘önünü kış tut, yaz gelirse ne âlâ’ yaklaşımı önemli yer tutar. Aşırı tedbirli sayılabilirim ama bu bakış açısı benim inatçı yönümü harekete geçirir ve direncimi biler. Gördüğüm tehlikeyi yazmadan da duramam. Aşırı yorum yerine yanlış yorum tespiti yapanlar olursa da ayrıca konuşuruz tabii ki. Neyse konuya devam edeyim.
AKP, 23’üncü kuruluş yıldönümünde Erdoğan’ın konuşmasından çıkardığım sonuç, tabanındaki erimeyi durdurmak için kutuplaştırma politikasını daha da sertleştirerek sürdüreceği yönünde. Kutuplaştırmanın şiddetini arttırmaya özellikle muhtaç görünüyor. İktidara yönelik eleştirilerin özellikle halktan gelen eleştirilerin kendi tabanına yaptığı etkiden çok rahatsız. Otoriterliğin dozunu daha da yükselterek sokaktaki insandan, sivil toplumdan gelen muhalif görüşleri birer ‘çatlak ses’ olarak değerlendirip, bunları sessizliğe mahkum ederek “sahil-i selamete” erişeceğini düşünmesi, ona iktidarını sürdürmek için kaçınılmaz tek yol olarak görünüyor sanki.
3 Y ile mücadele ettiğini söylese de bunlardan birisi olan yasakları bir üst aşamaya taşıyor. Diğer ikisi, yolsuzluk ve yoksulluk ise yokmuş gibi davranılıyor, konuşmada. RTÜK Başkanı Şahin’in duyurusundan altı gün önce 2 Ağustos’ta erişim engeli getirilen Instagram meselesi tabii ki yüksek tepki çeken yeni yasaklardan birisi oldu. Şirketle iktidar arasında dönen görüşme ve pazarlıkların içeriğini bilemesek de sonuç olarak pes eden taraf iktidar oldu. Yasaklı günlerdeki yoğun eleştiriyi ise affetmesi düşünülemez bile. Nitekim ulusaşırı şirketlerle uğraşmayı (şimdilik) bırakıp elinin erişeceği, dişinin keseceği yerel ve ulusal medyaya ihtar çekmeyi seçti. Yasaklı günlerde sokak röportajı veren Dilruba da ibret-i âlem niyetine tutuklandı.
En kısa sürede serbest kalmasını sağlamak için tüm toplumsal kesimler sesini yükseltmeli. Dilruba, hepimize gözdağı vermek için tutuklu bulunuyor şu an. Bize düşen yalnız bırakılmasını önlemek ve onu hep birlikte savunmak. Aksi takdirde iktidarın gözdağı politikasına teslim olunur. Toplumsal muhalefetin, örgütlü ya da bireysel itirazların susturulması, siyasal muhalefeti de güçsüzleştirir. AK azınlık Partisi ancak muhalefetsizlik halinde iktidarını sürdürebileceğinin farkında ve buna göre halkı dilsiz bırakmayı hedefliyor. O halde sokak röportajlarında hangi kanalın yayınladığına ve/veya kimin ne söylediğine bakmaksızın -ki bazıları çok abuk-sabuk da gelebilir- herkesin konuşmasını destekleyerek, korku iklimi politikasına direnmek zorunluluğu, bu ülkeyi karanlığa yuvarlanmaktan korumak isteyenlerin seçeceği yollardan en önemlisi.