Hamas liderlerinden Haniye’nin, İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın göreve başlama törenine katılmak için gittiği Tahran’da Sadabad Sarayı ve parkı içindeki bir binada suikasta uğrayarak vefat etmesi haberleri bana eski günleri hatırlattı. Haniye’nin hedef alındığı binayı gösteren fotoğraflardan yerini tam olarak kestiremedim. Bildiğim kadarı öyle bir bina yoktu. Herhalde sonradan yapılmıştı. 1988 yılında büyük bir park içindeki Sadabad Sarayı’ndan başka bir binayı anımsamıyorum. Sadabad Sarayı İran’ı ziyaret etmekte olan yabancı cumhurbaşkanı ve başbakanlara tahsis edilen bir devlet konukevi işlevi görmekteydi. Burada kalacakların sayısı da kısıtlıydı. Diğer misafirler Tahran’ın eski Hilton ve şimdiki adıyla Azadi otelinde ağırlanırdı.
1988 yılı İran-Irak savaşının en hummalı dönemlerinden birine tanıklık ediyordu. Bu savaşın başlıca hedeflerinden biri Tahran’dı. Irak uçakları günde birkaç kez Tahran’ı ziyaret eder ve bombalarını bırakıp kaçıp giderlerdi. İran’ın hava savunması neredeyse yok gibiydi. Bombardımanı önceden haber verecek alarm sistemi de uçaklar gittikten sonra çalışmaya başlardı. Türkiye Büyükelçiliği’nin ikametgahı, eskiden yazlık olarak düşünülmüş sonra yaz-kış kalınan, Tahran’ın kuzey bölgesinde güzel bir binaydı. Ancak burasını çok özel kılan, oldukça büyük bir park içinde yer almasıydı. Giriş kapısından yukarı doğru araba ile tırmanarak gelinmesi 4-5 dakikayı buluyordu. Diğer Büyükelçileri ve gelen yabancı gazetecileri kabul etmem gerektiğinde önlerine bir eskort araba verir, öylesine bina önünde karşılardım. Tüm konukların bu seremoniden etkilendiğini görmek çok keyif vericiydi.
Tahran’ın merkezi olan Güney bölgesindeki Kançılarya binamız da çok etkileyici bir yapıydı. Küçük bir sarayı andıran bu binamızın kapı komşusu Alman Büyükelçiliğiydi. Aramızda da karşılıklı giriş-çıkışlara izin verebilen bir kapı mevcuttu.1987 yılı başında Tahran’a gittiğimde, Kançılarya binamız terkedilmiş gibiydi. Savaşta Irak uçaklarının en büyük hedefi Hükümet binalarının olduğu, İran ekonomisinin kalbi sayılan Bazar’ın yer aldığı, daha çok dindar fakir halkın yaşadığı, Tahran’ın Güney bölgesiydi. Buna ek olarak Kuzey’den Güney bölgesine geçerken Ermenilerin yaşadığı bir caddeyi kat etmek zorunluluğu vardı.80’li yıllarda Tahran Büyükelçiliğimiz mensupları Ermeni terör gruplarının hedeflerinden biri haline gelmişti. 1984 yılında bir Büyükelçiliğimiz çalışanın eşi şehit edilmiş, Ticaret Müşavirliğimiz mensuplarına suikast girişimleri olmuş, bazı arkadaşlarımız yara alarak kurtulabilmişti.
Gerek savaş gerek terör tehditleri nedeniyle, Kançılaryanın siyasi birimleri, İkametgâh bahçesinde kurulan bir barakaya taşınmış, Ankara ile irtibatın sağlanması için yine aynı yerde telsizler kurulmuştu. Kançılarya binasında ise sadece ticari ataşeliğimiz görevine devam etmekteydi.
Tahran’da göreve başladıktan kısa bir süre sonra bu bölünmüşlüğe son vererek bütün birimlerimizin Güney’deki Kançılaryada toplanması kararını verdik. Bu riskli bir karardı anca Irak bombardımanı da sadece güneyi değil Tahran’ın kuzeyini de vurmaya başlamıştı. Öte yandan terör girişimlerine karşı özel olarak yetiştirilmiş güvenlik mensupları Büyükelçiliğimizde görevlendirilmişti.
Turgut Özal
Böyle bir ortamda Başbakan Turgut Özal Tahran’ı ziyaret ediyordu. Heyetimiz havaalanında büyük bir curcuna ile karşılandı. Yanılmıyorsam Özal’ı İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı karşıladı. Yürüyerek arabalara doğru giderken İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Farsça Özal’a bir şeyler söylüyordu. Tercümeyi yapacak kişi kalabalıktan çok geride kalmıştı. Ben tercümeye başladım. Özal bana baktı ve “Farsçayı ne zaman öğrendin?” diye sordu. Ben “Henüz öğrenmedim, olsa olsa bunları söylüyor diye uyduruyorum” deyince Özal’ı bir gülme krizi tuttu. Neyse tercüman güç bela yetişti ve Özal’a Cumhurbaşkanı Yardımcısının benim tercümeme çok yakın ifadelerini bir kez daha nakletti.
Havaalanından heyetimiz ikiye ayrıldı. Özal, oğlu Ahmet Özal, özel doktoru, Özel Kalem Müdürü ve korumalarından iki kişi ve ben, Sadabad Sarayı’na gittik. Heyetin geri kalan kısmı, Büyükelçiliğimiz mensuplarının refakatinde kalacakları Azadi Oteli’ne götürüldüler. Heyetten sadece bir kişiyi, benim meslek büyüğüm ve kendisinden çok şey öğrendiğim ve kendi isteği ile erken emekli olduktan sonra özel sektörde çalışmaya başlamış Büyükelçi Kamuran Gürün’ü ikametgâhta misafir ettik.
Saraya varmamız akşamı bulmuştu. Özal önce benden bir brifing istedi. Kısaca anlattım. Görüşeceği kişiler hakkında bilgiler verdim. Sonra az bir şeyler yiyip yatacağını söyleyince Saray’dan ayrıldım. Arkadaşlarım heyeti odalarına yerleştirdiklerini ve her şeyin yolunda gittiğini haber verdiler. Kamuran beyle biraz sohbet ettik. O da yorgun olduğunu söyleyip odasına çekildi.
Gece sanırım 23.00 gibiydi. Birdenbire sarsılmaya başladık. Irak bombardımanı başlamıştı. Patlamalar çok yakından geliyordu. Ev halkı, kedimiz Faron dahil salonda toplanmıştı. Ben hemen giyindim. Şoförü bekleyemezdim. Arabanın direksiyonuna geçtim. Tek başıma evden çok da uzakta olmayan Sadabad Sarayı’na doğru yola koyuldum. Bu arada bombalar düşmeye devam ediyordu. Sarayın kapısında beni durduran nöbetçilere kim olduğumu söyledim. Kapıyı açtılar. Derhal Özal’ın kaldığı daireye geldim. Amacım Özal’ı ve beraberindekileri ikametgaha götürmek ve oradaki sığınakta güvenliklerini sağlamaktı.
Özal’ın yatak odasının kapısı kapalıydı. Salondaki masada ise adeta bir harp karargâhı kurulmuştu. Özal’ın beraberindeki heyet, Irak’ın bu saldırısını kendilerine yapılmış bir saldırı olarak niteliyor ve Irak’a savaş açmamız konusunu görüşüyorlardı. Azadi Otel’de kalan Dışişleri Müsteşarı Nüzhet Kandemir’i aramışlar ve bu yolda talimat vermişlerdi. “Nasıl oluyordu da Irak, Özal’ın Tahran’da bulunduğu sırada şehri bombalamaya cesaret edebiliyordu?” Zihinlerindeki soru buydu ve bunu Türkiye’ye karşı açılmış bir savaş olarak görüyorlardı. Sadabad Sarayı Irak’a haddini bildirme karargâhı işlevini görüyordu.
Ben bu tartışmayı o anda yersiz bulduğumu vurgulayarak ilk amacımızın Özal’ın can güvenliğini sağlamak olduğunu belirttim. Özal’ın yattığı odanın kapısının açılarak durumuna bakılması gerektiğini söyledim. Bunun üzerine Özal’ın Özel Kalem Müdürü kapıyı açtı ve Özal’ın uyumakta olduğunu söyledi.
Irak hava saldırılarının çok uzun sürmediğini artık öğrenmiştim. Uçaklar bombalarını bırakıp hemen geri dönüşe geçiyorlardı. Nitekim öyle oldu ve bomba sesleri durdu. Bu arada bizim savaş karargahı Irak’a nasıl bir misilleme yapılacağını tartışmaya devam ediyordu. Benim savaşın tarafı olan bir ülkede bulunduğumuzu, elbette bunun riskleri olacağını söyleyip yatıştırma gayretlerim fazla bir işe yaramamakla birlikte, bombardımanın sona ermesine rağmen sabahın ilk ışıklarına kadar yanlarında kaldım. Sabah erken eve gidip, kıyafet değiştirdikten sonra bu kez resmi araç ve korumalarımla Sadabad Sarayı’na döndüm.
Özal henüz kalkmamıştı. Biraz sonra kapısı açıldı. Beni görünce şaşırdı, “Hayrola, ne var?” dedi. “Irak’a savaş açacaktık ama sizi uyandıramadık” dedim. “Ne savaşı?” diye sordu. Gece olanları anlattım. “Yahu ben bir şey duymadım, iyi uyumuşum. Kimin aklına geldi savaş açmak?” diye sordu. Sadece arkadaşlar, “Biraz alınganlık gösterdi ve heyecanlandılar” deyip konuyu kapattım. Daha sonra günlük programımıza başlamadan görüştüğüm Dışişleri Müsteşarı Kandemir de Özal’ın yakın çevresinden gelen misilleme önerilerini ciddiye almadığını söyleyince rahatladım ve kendisine Özal’n bana söylediklerini naklettim.
Şimdi Sadabad Sarayı yeni bir savaş karargâhı olmaya devam ediyor. İçtenlikli dileğim, nasıl bizim Sadabad karargâhımız yeni bir savaş çıkarma girişiminden sonuç almadıysa, bu kez de Sadabad Sarayı’ndan savaşı yeni boyutlara taşıyacak ve pek çok masum insanın canına mal olacak bir tırmanışa izin çıkmaz.