Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılması aslında en azından benim beklediğim bir gelişmeydi. Bunun nedeni birliği oluşturan cumhuriyetlerin başkaldırışı ya da giriştikleri ulusal kurtuluş hareketlerinin kaçınılmaz sonucu değildi. Baltık cumhuriyetleri hariç diğer cumhuriyetlerin içinde direniş rüzgarları esmiyordu. Baltık cumhuriyetleri, İsveç, Danimarka, Finlandiya gibi Kuzey Avrupa ülkeleri olan yakınlıklarından da cesaretle, ülkelerinde bulunan Rus azınlığı sindirmek ve Rus varlığını azaltmak girişimlerinde bulunuyordu. Buna tam bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak bakmak çok abartılı bir yorum olacaktı.
Benim kişisel gözlemim ve yaptığım tüm temaslardan edindiğim izlenim, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne yol açan ana neden ekonomiydi. Sovyetler Birliği artık kaldıramayacağı bir askeri harcama külfetine girmişti. Afganistan savaşı hem maddi hem de moral olarak bir yıkım getirmişti. Başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinin askeri harcamalarını arttırma gayretleri ve özellikle Reagan yönetiminin “Yıldız Savaşları” projesi Sovyetler Birliği’ni bir açmaza sokmuştu. Süper devlet olmanın gereksinimi olarak ABD’ye taviz vermek ve bu yarışı durdurmak seçeneği yerine silahlanmaya karar verdiklerinde Sovyet ekonomisi daha büyük çöküşün içine sürüklenmişti.
Aslında Gorbachev, birbiri arkasından vefat eden yaşlı liderlerden sonra Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak seçildiğinde bu gerçeği ilk görenlerden biriydi. Glasnost ve Perestroika sloganları ile tanımlanan yeni süreçte Sovyetler Birliği’nin ideolojik katılıklarını törpülemek, batı ile ilişkileri barışcı bir düzene sokmak, Sovyet ekonomisini kapsamlı bir şekilde yeniden düzenlemek gibi çok iddialı bir program öngörüyordu.
Ancak bu program araziye uymadı. Her şeyden önce Komünist Parti yönetimi ve polit büro içinde böylesine kapsamlı bir dönüşüm için tam bir mutabakat yoktu. Gorbachev’in sağlamaya çalıştığı nispeten daha özgürlükçü ortam ve azalan güvenlikçi baskı, parti otoritesinin sarsılmasına yol açmaya başlamıştı. Gorbachev’in Baltık cumhuriyetlerinde hemen yeşeren ayrılıkçı akımlara karşı, eski tutumlardan farklı olarak daha anlayışla yaklaşması sivil ve askeri bürokrasiyi tedirgin ediyor ve Gorbachev’den kuşkulanmalarına yol açıyordu. Öte yandan askeri bürokrasi, savunma harcamalarının kısılmasına direniş gösteriyor ve Sovyetler Birliği’nin süper güç vasfına zarar verileceği endişesini taşıyordu.
Öte yandan Gosplan ekonomisi, Sovyet cumhuriyetlerini birbirine bağlı kılmak amacıyla ekonomik mantığı olmayan ilginç modeller geliştirmişti. Örneğin bir televizyon cihazının elektronik parçaları bir cumhuriyette, ahşap kısımları başka bir cumhuriyette üretiliyor, montajı ise bir üçüncü cumhuriyette yapılıyordu. Görünüşe göre herkese bir iş düşüyor ama maliyet faktörü hesaba katılmıyordu. Gerçekten de Sovyet sanayiinin üretim maliyeti batı ülkeleri ile rekabet edebilecek düzeyde değildi. Bunu kısa vadede düzetmek mümkün değildi.
Gorbachev’in ekonomi politikasının asıl mağduru ise çalışan kesimlerdi. Eskiden aldığı örneğin 100 ruble aylıkla geçinebilen, bir miktarını da tasarruf edebilen Ruslar, sosyal yardımlarda ve sübvansiyonlarda yapılan kesintiler ile giderek açlık sınırına gelmişlerdi. Elektriği, doğal gazı ve suyu neredeyse bedavaya alan, ev kirası için 4-5 ruble ödeyen, bazı temel ihtiyaç maddelerin karne ile alabilen Ruslar, şimdi bunlar için yüksek bedeller ödemek zorunda kalmışlardı. Pek çok gıda maddesi artık yeni açılan pazarlarda çok daha yüksek fiyatlarla alıcılara sunuluyordu. Bu ekonomik ortamda, krizden fırsat çıkaran özel girişimciler yeni zengin bir sınıf oluşturmaya başlamıştı.
Gorbachev’in istifasına yol açan darbe girişimini işte bu koşulların ürünü olarak görmek mümkündür. Yerine geçen Rusya Federasyonu Başkanı Yeltsin, en azından Rusya’yı bu kötü gidişten kurtarmak amacını taşımış, bunun için de sürdürülemez olduğunu gördüğü Sovyetler Birliği’nin dağılmasını yeğlemiştir.
Yeltsin’in de hem sağlık koşulları hem de yolsuzluk iddiaları ile sarsılan iktidarı istifa etmesine yol açarken yerine gelen Vladimir Putin, önceki liderlerden çok farklı bir portreye sahiptir. Doğu Almanya’da geçen KGB görevi, St. Petersburg kentinin belediye başkan yardımcılığı gibi nispeten düşük profilli görevlerden sonra, Yeltsin’in isteği üzerine Moskova’ya gelişi ve başdanışmanı olarak göreve başlaması siyasi tırmanışının basamaklarını oluşturmuştur. KGB’nin yerini alan yeni güvenlik teşkilatının başkanlığı, ardından başbakanlık görevi Putin’in Rusya içindeki itibarını arttırmış ülkenin içinde çalkalandığı istikrarsızlığa karşı istikrarın sembolü olmuştur.
Ancak Putin’in bu imajı Kırım’ın işgalinden başlayarak Ukrayna’ya karşı giriştiği savaş ile ciddi bir darbe almıştır. Ukrayna’nın Avrupa Birliği ve NATO’ya üye olmak yolundaki çabalarının ve Batı’nın bu alanlarda Ukrayna’ya verdiği desteğin Rus halkını ve Rusya liderliğini niçin tedirgin edip karşı koyma gereğini duymasını tarihi, kültürel, dini ve jeostratejik nedenlerle anlamak zor değildir.
Öte yandan bağımsız bir devlet olarak Ukrayna’nın da kendi kaderini belirleme hakkına sahip olduğu inkâr edilemez. Ukrayna’nın Donetsk bölgesindeki Rus varlığı, iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirebilecek bir köprü olabilecekken, topyekûn bir savaşın malzemesi olarak kullanılmakta ve bu çirkin savaş süregelmektedir. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı giriştiği bu savaşın bir an önce sona erdirilmesi ve sürdürülebilir bir barış ortamının yaratılması sadece iki ülkeyi ilgilendirmekle kalamaz. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge ve Karadeniz havzasını büyük bir yangından kurtarmak için vakit giderek daralmaktadır.