Biz Kimiz?

Umberto Eco’ya “Sen kimsin?” diye sormuşlar, “Neysem, oyum” demiş. Temel de “Laz olmasan, ne olurdun?” sorusunu “Çok mahcup olurdum” diye yanıtlamış. Hiç kimsenin kimliğinden dolayı kendini mahcup hissetmediği bir ülke istiyoruz ahir ömrümüzde.

Kimliklerimiz, vestiyere emanet bırakacağımız eşyalar değildir. “Kimlik siyaseti yapmayalım diyenler” oluyor, isteyen yapsın, ne mahsuru var? Bu akılları verenler de zaten genellikle hâkim kimliğin sahipleri oluyor, sorunlarını çözmüş ya, başkalarını umursaması gerekmiyor.  “Kimlik siyaseti yapmayalım” derken, aslında kendisinin kimlik siyaseti yaptığının farkında bile değil, kendi kimliğini o kadar anonimleştirmiş ki empati yapma yeteneğini bile yitirmiş.

“Eskiden böyle sorunlarımız yoktu” diyenler aslında sadece kendisinden bahsediyor. Bir kere bile kendini mağdurların yerine koymamış, kendisi mesut ve mutlu ya, umurunda mı dünya! Halbuki başkalarını yok sayarak, başkalarının mutsuzluğu üzerinden mutlu olmak mümkün değil. 

Kimliğinizi yitirirseniz, onu bulacak olan iradenizi kaybedeceğiniz için bir daha bulmanız zordur. Kimliklerimiz zenginliğiniz de olabilir, hapishanemiz de.

Doğuştan gelen kimliklerimizin yanı sıra sonradan edindiğimiz politik kimliklerimiz de önem taşır. Aslolan, yurttaşlık kimliği olan üst kimliğimizle alt kimliklerimizi barıştırmak ve bütünleştirmektir. Kimlik hiyerarşilerinden, kimlik dayatmalarından vazgeçmektir.

Türk sözcüğünün herkesi kapsayan bir tanımlama olduğunu iddia edip sonra da “Türk Toplulukları” örgütlenmesinde soy merkezli bir vurgu yaparak ikna edici olunamaz.

“Kendini vatandaşlık bağıyla bağlı hisseden herkes Bulgar’dır” yaklaşımına, oradaki Türkler itiraz etmekle kalmayıp kendi partilerini kurup örgütleniyorlar. Oradaki kimlik merkezli örgütlenmeye itiraz edilmiyor ama. “Kendini vatandaşlık bağıyla bağlı gören herkes Çinlidir” yaklaşımına Uygurlar itiraz ettiğinde ise şaşkınlıkla karşılanıyor.

Türkiye öncelikle bu kimlik siyasetinde objektif bir duruşa sahip olmayı başarmalı. Özne sadece “Türklük” kapsamında ele alınıp, bunun üzerinden kimlik siyaseti yapılırsa, ırkçılık ve ayrımcılık hattına hızla geçilebilir.

Türkiye’de farklı etnik ve dinî kimliklere eşit mesafede durmak bu yüzden çok önemli. Mesela, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi anayasal kurumlarımız, bütün dinî kimliklere eşit şekilde açılmalı ve hizmet sunmalıdır. Kamu görevlendirmelerinde ayrımcılık yapılmamalıdır vs.

Bu kurumları kaldırmak ve daraltmak bir yana, tam tersine kapsamını genişleterek güçlendirmek esastır, yeter ki dışlayıcı ve ayrımcı yaklaşımlardan uzak dursunlar.

Batılılar kimliğe identity der. Identify, yani ayrıştırmak da oradan gelir. Oysa kimliklerimiz ayrıştırma değil, buluşturma vesilesi olduğunda anlam taşır. Her bir bireyin kimliği toplumun zenginliğinin bütünlüğünü oluşturur. 

Farklı kimliklerin buluştuğu bir coğrafyada farklı kültürler, diller, dinler, gelenekler yaşar ve o coğrafyayı zenginleştirir. Bizlerin de bu farklı kimliklerimizle taşıdığımız ortak değerler, her türden ayrıştırmaya karşı en büyük sigortamızdır. Bu konular sadece kişisel dünyalarımız açısından değil, kamusal alanın demokratikleştirilmesi itibarıyla de önemlidir. Kamu görevlerinde yurttaşlarımızın etnik, mezhepsel, cinsel farklılıkları bir ayrıştırma konusu olmamalıdır.

Yıllarca, “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganını şiar edindik. Doğru, ama eksik. Çünkü gerçek laiklik, bütün inanç alanlarına karşı devletin tarafsızlığına dayanır. Devletin mezhebi, tarikatı olmaz; ama bütün inanç alanlarının da teminatıdır laiklik aynı zamanda. Gerçek laiklik inançların da en büyük güvencesidir. Fransa tipi laiklik, laikliğin yegâne biçimi değil.

Sünni’si, Alevi’si, Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Musevi’si, anayasal yurttaşlık altında eşit ve özgürce yaşayabilmelidir.

Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi

Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, sanki ülkemizin bütünlüğünü bozacak bir konu gibi ele alınıyor. Bu yüzden bölünen bir Avrupa ülkesi var mı? Tam tersine ülke bütünlüğünün teminatıdır yerel yönetimleri güçlendirmek. Son yerel seçimde hiçbir partinin bu konudan bahsetmemesi tuhaf değil mi?

Meclis’e her yıl 1 milyona yakın insan sorunlarını çözmek için niye geliyor sanıyorsunuz? Yerellerde sorununa yeterince çözüm bulamadığı için. Dünya parlamentolarında en çok ziyaretçinin bizim mecliste olması bir tesadüf olmasa gerek. Ne çok çalışan bir meclisimiz var diye bunu sevinme ve gurur konusu mu yapacağız, yoksa aşırı merkezileşmenin sonucu olarak mı göreceğiz bu durumu?

Siyasetin bu kadar merkezileşmesi ve tekçi siyaset, demokrasinin özüne aykırıdır. Otokrasinin beslendiği bu bataklığın kurutulmasının yolu yerellerin güçlendirilmesinden geçer.

Napolyon “Devletler niye yıkılır?” sorusuna, “Hazımsızlıktan” diye yanıt vermiş. Eşitsizliğe, adaletsizliğe tahammülsüzlük burada bahsedilen. Hazımsızlığın ilacı, yerellerden başlayarak her yerde demokrasiyi güçlendirmekten geçer.

Demokrasi, yurttaş karşısında devletin gücünü sınırlama mücadelesidir, devletin gücünü pekiştirerek otoriterleşme değil. Haklar, özgürlükler, ötekinin hakkını, özgürlüğünü savunmakla ete kemiğe bürünür. Demokrasi kültürü, sizin gibi olmayanlara, sizin gibi düşünmeyenlere nasıl davrandığınızla ölçülür. Ahlakın koşulu empati yeteneğini yitirmemekten geçer.

Siyasette, normal zamanlarda, deniz sakinken değil; olağanüstü durumlarda, fırtınalı ortamlarda, sizin gibi düşünmeyenlere karşı tutumunuzla bir sınavdan geçersiniz. Tam da bu yüzden, bu önümüzdeki süreçte nefreti değil, fikirleri yarıştıralım. Unutmayalım, nefret bulaşıcı bir hastalıktır.

Camilerimizi miting meydanı olmaktan, muhalefete hakaret zemini olmaktan çıkaralım. Geçen seçim döneminde Ramazan boyunca her iftar sonrasında, ülkenin cumhurbaşkanı siyasi konuşmalarla muhalefeti kriminalleştirerek, meşruiyetini sorgulayarak çok büyük yanlış yapmıştı. Dinimizde de, demokratik siyasetin teamüllerinde de bu tür araçsallaştırmaların yeri yoktur. 

Siyasette rekabetin haksız rekabete dönüşmesi bir özgüven eksikliğidir, ama narsisizm fazlalığıdır da aynı zamanda.

Siyasetin dilini nefrete dönüştüren iktidar bile, eskiden “Sandıktan biz çıkacağız” diye konuşurdu, son seçimlerde ise “Sandıkları patlatacağız” gibi nobran bir dil kullanmayı tercih edebildiler. Kendini şiddet diliyle ifade etmeyi yeğlemek acizlik işaretidir. Onlar kendilerini sadece şiddet, nefret, kin ve ayrıştırma ile ifade etmeye, “patlatmaya” devam ede dursunlar, “sandıktan çıkmayı” esas almak doğru ve dürüst siyaset yapmaktır.

Bu ötekileştirici nefret söylemlerinin bir işe yaramadığını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Sizin dilinizle ifade edecek olursak, “çatlasanız da, patlasanız da” bu böyle olacak. Pozitif dilin kazandıracağını hep birlikte göreceğiz.

Başkalarını korkutmaya yeltenenler en çok korkanlardır. Cesaret, korku yokluğu değil, bazı şeylerin korkudan daha önemli olduğunun kavranabilmesidir.

Korkunun hiçbir zaman sandığa faydası yoktur.

Artık güçlü olan değil, haklı olan kazanmalıdır.