Devletlerin, ilkesel olarak, toplumla aralarındaki gönüllü mutabakat üzerinden güç kullanma, vergi toplama, ceza kesme meşruiyetleri var.
Gönüllü mutabakatın olmaması ya da tek kriterin bu tür bir toplum sözleşmesi üzerine bina edilmemesi diğer devletlerin aynı güç kullanma pratiğine sahip olmadıkları anlamına gelmiyor.
Avrupa’da ulus ve devlet inşa süreçleri birbirine içine geçmiş, karşılıklı birbirini besleyen ve şekillendiren bir zaman diliminde gerçekleşti. Kitlelerin zaten var olan toplumsal sinir hatlarını daha da güçlendirerek, öncelikle ekonomik ve siyasal bütünleşmelerle ve gerekliliklerle birlikte devleti daha yekpare bir yapı halinde var etmesi modern devletin de temellerini attı.
Devletin başlangıç noktası toplumsal dinamikler olunca devletin unsurlarının meşruiyet kaynağı da haliyle daha çok toplumsal bir zemine yaslanmak zorunda kaldı.
Türkiye’de ise neredeyse hep var olan bir devlet zamanla kendine bir ulus inşa etti dense yeridir. Elbette bu kadar basite indirgenemeyecek bir süreç Anadolu’da yaşanan. Ama devletin temel kurumlarının kuruluş yıllarına bakınca ilk başta millet mi yoksa devlet mi vardı sorusu daha anlamlı duruyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kuruluşunu dayandırdığı tarihte daha Hazreti İsa doğmamıştı.
Mustafa Kemal isyanları bastırmak ve devrimleri uygulatmakta orduyu kullanırken Fevzi Çakmak’ın günlük siyasetin dışında kalabilmesi ile ordu merkezi kurucu bir rol oynadı. Darbelerle perçinlenen bu rol orduda kimin hâkim olduğu sorusunu sürekli gündemde tuttu.
Daha sivil bir alanda örgütlenen, siyasi iktidarların kadrolaşmada daha rahat yetki kullandıkları emniyet teşkilatı da günün sonunda devletin temel reflekslerinden nasibini aldı.
Devletin güvenliği ve bekası için darbe yapmaktan terörle mücadele için köylerin yakılmasına varan büyük hukuksuzluklar ordu tarafından gerçekleştirilirken faili meçhullerin bir kısmı, mafya-siyaset-emniyet üçgenindeki kirli ilişkiler ise daha çok emniyetin sahasında kaldı.
Gerek ordu gerek polis tüm bunlara rağmen hala toplumda siyasetten de diğer devlet kurumlarından da daha büyük güvene sahip. Bu iki kurumun devletin ve toplumun genel güvenliğini sağlamasının ve ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en temel gerekleri yerine getiriyor olmalarının bunda büyük rolü var.
Cumhuriyetin kuran ordunun devletin sahibi olması ve 27 Mayıs darbesi ile başbakan idam edebilmesi onu hep siyasetin üzerinde bir vesayet odağı kıldı. AK Parti iktidarına kadar orduya ‘devlet’ ve dar bir siyasal görüş hakimdi.
AK Parti’nin arkasına Avrupa Birliği’ni ve geniş toplum kesimlerini alarak askeri vesayeti sona erdirmesinden sonra FETÖ temelleri AK Parti’den çok önce atılan bir planla ordunun en hâkim grubu haline geldi.
Erdoğan’ın başta Emniyet ve iletişim teknolojilerine dair kurumları da FETÖ’nün hakimiyetine açması ile şiraze iyice kaçtı. 15 Temmuz ise bu hikâyenin ağır bedeller ödenerek, inşallah, nihayetlenmesini sağladı.
15 Temmuz darbe girişimi her grubun olabilen ama sadece hukuk çerçevesinde her bir vatandaşa tek tek eşit olarak ait olamayan ordu ve emniyetin bu sefer çok daha geniş bir toplumsal kapsayıcılıkla ve hukuki meşruiyet zemininde yeniden inşa edilmesi fırsatı verdi.
Olmadı. Erdoğan oluşan fırsatı kendi kişisel iktidarını tahkim etmekte kullandı. Son 8 yılda kimin tutuklanıp kimin tutuklanmadığı, kimin serbest kalıp kimin kalmadığı, kimin atılıp kimin atılmadığı üzerinden ordunun ve emniyetin ‘kime ait olduğu’ sorusu havada kaldı.
Bugün de Türkiye’de devlet ve toplum hayatının neredeyse üzerine bina edildiği bu iki kurumun ‘kimin elinde olduğu’ kavgası bitmedi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Özel Harekât Dairesini ziyaretinde kendisine herhangi bir devlet memurunun herhangi bir siyasiye göstermemesi gereken saygıyı gösterilip geleneklerimizde hukuki ilişkinin dışında bir bağlılığı ifade eden hareketlerde bulunması bu soruyu daha da meşru hale getirdi.
15 Temmuz’da darbeye canı pahasına direnen askerler ve emniyet mensupları her iki kurumun da yekpare olmadığını, hukuk içinde kalmak için bedel ödeyenlerin de olduğunu ispatladı ama bu gerçek, verili durumu ve siyaset ile silah arasındaki sorunlu ilişkiyi değiştirmiyor.
Bağlı bulundukları ve emir aldıkları siyasi aktör seçime dair konuşmaya başladığında ‘bize müsaade’ deyip görüntüden çıkan silahlı kuvvetleri mensupları belki bu topraklar için fazla demokratik.
Ama neredeyse seçim çalışmasına bilfiil iştirak edenlerden siyasi cinayet soruşturmalarında mensuplarının adı geçen kurumların ve siyasilerin bu kadar yakın fotoğraf vermesine kadar uzanan pratik uygulamalar, eskiden sureta olan görüntü endişesinin de pek kalmadığını gösteriyor.
İlk programında ‘sivil siyaset’ sloganı ile yola çıkan AK Parti’nin kendi içindeki demokrat unsurları tasfiye ettikten sonra yeni vesayetlere ülkeyi teslim etmesinin ya da onlara direnmemesinin maliyetini düşünmek ise sıradan vatandaşı ürkütmeye yetiyor.