Malum bu hafta dünyanın gözü kulağı NATO devlet ve hükümet başkanları zirvesine ev sahipliği yapan ABD’nin başkenti Washington’a çevrildi. Toplantı üç gün sürdü ancak yaşanan olayları anlatmak haftalara sığabilir. Kuşkusuz magazin boyutunda bile olsa, dış politika ve uluslararası ilişkiler açısından en merak edilen unsur, ABD Başkanı Joe Biden’ın kişisel performansıydı.
Toplantının içeriği açısından Biden neredeyse falso vermedi. Sonuç bildirisinde tüm müttefikleri tatmin eden, birlik beraberlik görüntüsünün sergilenmesine neden olan, zevahiri kurtaran, hatta NATO’nun geleceğine yönelik önemli ip uçları veren mesajlar ve kararlar alınmadı değil. Ancak bunu Biden’ın kişisel performansından çok, ekibinin bürokratik başarısı olarak değerlendirmek gerekiyor. Nitekim, 6 Haziran’da, Fransa’da Normandiya çıkartmasının 80. yıldönümünde düzenlenen kutlamalarda Biden’ın kamuoyuna yansıyan aksamaları önemli bir milat teşkil etti. Bari’deki G7 zirvesinde de bu kademeli olarak arttı. Tam 12 gün sonra da başkan adayı Donald Trump ile televizyonda gerçekleştirdiği oturumdaki kötü performansı, en tarafsız yorumcunun bile eleştirisine neden oldu. NATO zirvesinde Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’i ‘Putin’ olarak isimlendirmesi de artık tuzu biberi oldu. Başkan Yardımcısı Kamala Harris’e ‘Trump’ diye hitap etmesi de cabası. Buna rağmen, başkanlık yarışından çekilmeyeceğini ilan eden Biden, Demokrat Parti’nin ağır bağışçılarının kampanyayı finanse etmeme konusundaki tehditlerini de umursamadı. Geleneksel olarak Demokratlara yakınlığı ile bilinen kültür sanat dünyasının önde gelen isimlerine bile kulağını tıkamış durumda.
Sistem tepki verir
Oysa basitleştirilmiş bir şekilde anlatmak gerekirse, ABD’de seçimde belirleyici olan kitle sıradan halk değil, ülkenin bütünlüğünü oluşturan eyaletlerdeki eşraf ile orta direk. Bir seçimde Demokratlara, bir seçimde Cumhuriyetçilere oy vererek belirleyici olan topluluk. Bir de uzun süre sandığa gitmemiş olan insanları oy verme konusunda seferber edebilen oluşumlar başarılı oluyor.
ABD, kuruluşunda özgürlüklerin korunmasına ve demokrasinin işlemesine büyük önem verilmiş bir sistem sayesinde, bu ilkeleri hayata geçirebilme üzerine kurgulanmış bir ülke. Bu özgürlükler sisteminin de ekonomiye yansıması sayesinde müthiş bir kalkınma ivmesi yakalayan ABD, ekonomi ve teknoloji alanında dünya birinciliğine yerleşti. Ülkenin kurucu kitleleri ABD’nin her koşulda ekonomik ve siyasi olarak birincilik konumunu kaybetmemesi üzerine bir sistem geliştirdi. Bu kitleler ABD’nin dünya önderi olmasını engelleyecek her tür olumsuz gelişme karşısında kendisini korumak amacıyla önlem alıyor, hamle yapıyor.
Avrupa’ya dönmeden önce Annapolis’te geçirdiğim hafta sonu boyunca bu bölgenin eşrafı ile görüş alışverişinde bulunma fırsatına sahip oldum. Demokratların çoğunlukta olduğu Maryland eyaleti ve ABD’nin ilk başkenti olan Annapolis eşrafında, Biden’ın artık bir koz değil, ülke için bir pranga olduğu açık şekilde kabul ediliyor. Bu yüzden de gerek sistem, gerek iş dünyası, gerekse eşraf sanki kah Biden’a ve Demokratlara tepki için, kah ABD’nin imajına ve birincilik hevesine zarar verdiği için oylarını Trump’a vereceklerini dile getiriyor. Zira sistemin çağrılarına kulağını tıkamış olan Biden’a zevahiri kurtarması için her tür imkanı ve fırsatı tanıyan yerleşik düzen, Beyaz Saray’ın kiracısının tepkisizliğine karşı tepki göstermeye hazırlanıyor. Aynı 2020’de Trump’ın kaybetmesi gibi.
Bu açıdan bakıldığında, ABD ile ekonomik ve siyasi makasın ciddi bir oranda açıldığı Avrupa Birliği’nin ABD’yi uzun süre yakalama ihtimali yok maalesef. Çünkü inovasyondan, hizmet sektörüne, ekonomiden, idari yapıya kadar ABD ile AB arasında sadece coğrafi büyüklük ve halklar arasında bütünlük farkı yok. Demokrasi, ekonomi, güvenlik, bilim ve özgürlükler açısından çok önemli farklar bulunuyor. Bunların bugünden yarına kapatılması veya telafi edilmesi zor. Bunun için siyasi irade, azim ve birlik gerekiyor.