Küresel olarak yükselen ırkçılık bir çok ülkede etnik temelli gerilimleri tırmandırıyor. En son Almanya’da, hele de üstün ırk iddiasının sadece kendisine değil koca bir kıtaya ve dünyaya on milyonlarca cana mal olduğu bir ülkede, “Yabancılar dışarı, Almanya Almanlarındır” sloganıyla eğlenen zengin bir grubun görüntüleri yansıdı.
Avrupa Parlamentosu için yapılan seçimlerde yabancı karşıtı, kimine göre milliyetçi kimine göre ırkçı partilerin zaferi aslında uzun zamandır devam eden bir sürecin ete kemiğe bürünmesi oldu.
Temelde kurucu ve inşa edici değil tepkisel bir toplumsal dinamik üzerine oturan ırkçı siyasal kimliklerin yükselişinin arkasında korku ve tepkisellik yatıyor.
“Liberal, demokratik ve çoğulcu” sistem Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle daha güçlendi belki ama sonrasında ortaya çıkan taleplere bir çözüm üretemedi. Sistem, gelir adaletinin sağlanamamasından çoğulculuk ve çok renklilik adına azınlığın haklarını korumakla azınlığın doğrularının genele tahakkümü arasındaki çizginin ikincisi lehine geçilmesine uzanan bir dizi açmaz içinde.
Özellikle Avrupa’daki demokratik standartların ve değerlerin ayakta durmasını sağlayan en temel unsurlardan biri sömürge döneminde biriktirilen adil olmayan ekonomik sistemle tahkim edilen zenginlikti. Bu zenginliğin sürdürülebilirliğinde sorun çıktıkça değerlerin zemini de sallanmaya başladı.
İşin iyi tarafı belki de Avrupa’da daha önce yaşanan ağır bunalımların da etkisi ile durumun keskin kalemler tarafından sorgulanıyor olması. Yine de buradan bir çıkış bulunması kolay değil.
Fransa’da olduğu gibi siyasi kumar içeren seçimler gelmekte olanı sadece erteler mi yoksa daha da hızlandırır mı göreceğiz. Muhalefette iken göçmenleri göndermekten büyük sermayeye vergi koymaya kadar popülist söylemlerin iktidara yaklaştırdığı partiler taç giydiğinde akıllanacak mı ya da sistemin aklına teslim olmayı reddedilecek mi bu da ayrı soru.
Türkiye’de milliyetçiliğin, katı etnik tepkilerin yükselişini küresel bağlam içinde okumak elbette mümkün. Son seçimler merkez partilerin daha güçlü siyaset ürettiklerinde milliyetçi partilerin güç kaybettiğini gösterdi. Bununla birlikte milliyetçilik ve hatta neredeyse yabancı düşmanlığı tek bir parti ile tanımlanamayacak, hemen hemen tüm siyasi partileri farklı dozlarda şekillendiren hakim bir duygu durumuna dönüştü.
Avrupa’daki süreçle Türkiye’de yaşananın temel farkı bugünden çok dünde yatıyor. Osmanlı’nın yıkılışından bu yana Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman çoğulculuğun, sahici kurumsallaşmış demokrasinin, kuvvetler ayrılığının, farklı kimliklere saygının hakim olduğu bir dönem yaşamadı.
Daha demokratik, daha çoğulcu süreçler elbette oldu ama bunlar kalıcı olamadığı gibi yapısal bir özellik de kazanamadı.
Osmanlı dönemindeki çoğulcu, farklı kültürlere saygılı imparatorluk hatıraları ile avunmak benzer bir teste tabi tutulmadığınız sürece romantik bir altın çağ söylemi olarak sizi avutabilir.
İstanbul’un en fazla “Türk” yani hemen her ırktan Müslüman olduğu zamanda bile bu oran yüzde elliyi biraz aşıyordu. İstanbul’da her iki kişiden birinin gayri Müslim olduğu bir Osmanlı ile iftihar edip test edilmemiş bir demokratik tahammülle yaşamak mümkün.
Osmanlı geçmişini sahiplenen muhafazakar kesimin Cumhuriyet döneminde etnik kimliği güçlenen Türk tanımına bu kadar toz kondurmamasını tarihin cilvesi ya da hakim kimlik konforu olarak tanımlayıp geçebiliriz.
Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin altında ise her ne kadar son seçimlerde iktidara gelme mecburiyeti ile kerhen farklılıkları kabullenmiş görünse de etnik ve dini formatlama arzusu yatıyor.
“Almanya Almanlarındır”dan çok önce “Türkiye Türklerindir” ilkesini temel alan bir kurucu ideoloji halen kitleselleşememenin mecburi koalisyonları ile saklanamayan tepkiler arasında salınıyor.
Bugün Suriyelilerin tepkinin odağı olması Suriyeliler gittiğinde bu ötekileştirme gerilimi dinecek demek değil. Mesele tepkinin odağındaki nesnede değil öznede düğümleniyor.
28 Şubatta başörtülüleri ötekileştiren, “Suudi Arabistan’a gitsinler”den “protokolde ne işleri var”a uzanan üstünlükçülük toplumsal dalgaya direnemedi. Direnememiş olması, içselleştirildiği anlamına geliyor mu ancak bir iktidar imkanı doğduğunda görülecek.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürtlerin Fırat’ın batısına sürülmek istenmesi, çocuklarının ailelerden alınarak Türkçe öğretilmeleri, zorunlu iskan politikaları ile devletin bölgeyi dönüştürmesi söylemleriyle başlayan hikaye bugün de “Biz olmasak İzmir’de halay çekemezdiniz”le devam ediyor.
PKK terörünün hem bölgeyi hem de ülkenin tümünü uzun süre rehin alan şiddeti ise bu alanda yaşanabilecek bir normalleşmenin önündeki en sert bariyer olarak duruyor. Terörün fiili olarak kontrol altına alınmasıyla toplumsal hafızadaki travma da bugünden yarına iyileşmeyecek.
Gayri Müslimlerin önce mübadele sonra varlık vergisi ve kamplarda çalışma ile tedip edildiği, farklı kimliklerin devlette yer almasının görünür ve görünmez bariyerlere çarptığı, iktidarın bugün bile farklı vesayetlerle kurulacak mutabakatlara mecbur olduğu bir ülkede Türk tanımının kapsayıcılığını zorlamak fazla iddialı.
Avrupa’daki gibi her hangi bir çoğulculuk testinden sureta, konjonktürel ya da zamana sari bir şekilde geçmemişken oradaki Alman, Fransız hele de İngiliz tanımından hareketle Türkiyeli tartışması yapmak anlamlı değil.
Doğrusu yanlışı, eksiği fazlası ile son yüzyılla yüzleşmek; onu red, mahkum ya da tahkir etmek değil. Ama sahici bir gelecek kuracaksak bir yerden başlamak gerek. Başlanacak yer de 85 milyona etnik tanım dayatmak değil.