Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları bazılarımızı şaşırtmışa benziyor. Şaşkınlığın sebebi, ‘Avrupa’ denildiğinde ilk akla gelen Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerde, önüne genellikle ‘aşırı’ sıfatı eklenen partilerin, seçmen desteklerini artırmalarıdır.
Almanya’da, girdiği ilk seçimde (2013) %5 barajını aşmakta zorlanmış ‘aşırı sağcı’ Alternative für Deutschland (AfD, Almanya İçin Alternatif Partisi), 2019’da %11 oy almıştı; bu kez -hem de skandallarla sarsıldığı halde- oyunu %16.5’a çıkarmış görünüyor.
Fransa’da, Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi’nin, kendi Rönesans Partisi’nden bir misli fazla oy aldığı anlaşılır anlaşılmaz, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, hiç vakit kaybetmeden, yirmi gün içerisinde, seçime gitme kararı aldı.
Avrupa Parlamentosu ile ilgili seçim Fransa’daki siyasi dengeyi etkilemeyeceği halde…
Sanki, bir an önce, Fransa’yı, Le Pen’in şahsında temsil edilen, göçmen karşıtı ve İslam düşmanı bir iktidara teslim etmek istiyor Macron…
Kendisinin arzulayıp da politikaya dönüştüremediği bir programa yol vermek için mi?
Olabilir.
Aslına bakılırsa, Avrupa Parlamentosu seçiminin, her ülke halkları için farklı tercihleri yansıtıyor olması gerekir. Nitekim, seçim yapılan 27 ülkenin ortalaması alındığında, Avrupa Parlamentosu tablosunun ağırlığının, bundan böyle de, merkezde yer alan partilerde olacağı anlaşılıyor.
Yine de, Almanya, İtalya ve Fransa’da, ‘aşırı sağcı’ partilerin desteklerini artırıyor olduğu görüntüsü, üzerinde durulmayı hak ediyor.
Özellikle tarih perspektifinden…
Adolf Hitler’i -Almanya-, Benito Mussolini’yi -İtalya- dünya sahnesine çıkartmış ve yükselen Nazizm ile Faşizm’in meydana getirdiği ortamın hedefi olmuş -Fransa- ülkeler bunlar…
Irkçılık ve başka kültürler ile dinlere müsamahasızlık türü anlayışların şimdi bu ülkelerde yükselen değerlere dönüşmesi, yakın tarihten ders alınmadığı anlamına geliyor.
Yüz yıl kadar önce, aynı menfi değerlere sahip politikacıların, Avrupa’yı kasıp kavuran bir saldırganlık dalgasına yol açtıkları, kabına sığmaz hale getirdikleri halklarını soktukları savaşlarda toplam 60 milyon insanın yok olmasına zemin hazırladıkları, tarih kitaplarında yazıyor.
Avrupa, seçimlerle iktidara gelmiş ve yine seçimlerle iktidarlarını sürdürme yetkisini alabilmiş Hitler ile Mussolini’nin, ülkeleri sınırlarını aşan hırslarının savaş alanı haline dönüşürken, o ülkelerin bazı vatandaşları, temel hak ve özgürlüklerinin ellerinden alındığı gerçeğiyle karşılaşıyorlardı.
Yalnız Almanya ve İtalya’ya mahsus bir durum değildi bu, 1930’lar dünyası, biraz da diktatör liderler dünyasıydı.
İkinci büyük savaş (1939-1945) diktatör liderlerin dünyanın geleceğini belirleme hırslarının sonucudur.
Sonrasında oluşan hava, savaştan sonra Avrupa’da tarihin bir kez daha tekerrür etmeyeceği kararlılığını hayata geçirmeyi amaçlayan kurumsal yapılanmalar oluşmasını sağladı.
Günümüzde, Avrupa’daki sağcı politikacıların oy alabilmek için yürüttükleri aleyhte propagandalara vesile olan ‘göçmenler’, savaşta yıkılmış Almanya ve Fransa’ya, -bu arada aynı savaşta harap olmuş İngiltere’ye de-, bu ülkeleri yeniden yapılandırmak amacıyla davet edilmişlerdi.
Fransa Kuzey Afrika’dan, İngiltere Hindistan, Pakistan, Uganda gibi Milletler Topluluğu (Commonwealth) ülkelerinden, Almanya, Avusturya -ve Fransa- ise büyük çapta Türkiye’den göçmen sağladı.
Davetle…
Her üç ülkenin savaş sonrası yapılanmasında o göçmenlerin alınteri, göz yaşı, hatta kanı var…
Göç alan İsveç, Danimarka gibi ülkeler de, eleman eksikliğini gidermenin yolunu, onlara bakarak, benzer bir yöntemde, göçmen çağırmakta buldular…
Göçmenlerin, zamanı geldiğinde veya kendilerine “Gidin” denildiğinde döneceklerini varsayıyorlardı belki ama, gelişme bekledikleri gibi olmadı.
Yerleşik hale geldi göçmenler, çoğu gittikleri ülkelerde vatandaş olarak kalıcılık kazandı.
Politikacılar günümüzde onların üzerinden partilerini yükselen değer haline dönüştürmeye ve iktidara erişmeye çalışıyorlar.
“Kaleminden yel alsın” demeniz pahasına yazacağım: Başarılı olurlarsa Avrupa’yı yeniden bir savaş bekleyebilir.
Umarım -ve hatta inanıyorum ki- başarılı olmazlar…