Yerel Seçimlere Beş Kala

“Adaylarını nasıl belirlediğini söyle, kim olduğunu söyleyeyim” cümlesi siyasi fotoğrafı sadeleştiriyor. “Yoktur birbirimizden farkımız, ama asıl biz anketle atama partisiyiz” durumu maalesef bütün çıplaklığıyla ortada. Her seçimde olduğu gibi yurttaşın iradesini esas almak yine başka bir bahara kalmış görünüyor.

 

Söz konusu olan diş macunu markası seçimi olsa, seçilen birey değil mamul, seçen de tüketici oldu mu, bir dereceye kadar bu durumu anlamak mümkün. Partilerin bu kadar birbirine benzemesi bir 12 Eylül başarısı aslında. 12 Eylül rejimini herkes değiştirmek istediğini söylüyor, gelin görün ki bu rejim herkesi kendine benzetiyor.

 

12 Eylül’ün yasalarında bile ön seçim varken, bunu zorunlu olmaktan çıkaranın da 12 Eylül ruhunu içselleştiren sivil siyaset olduğunu biliyoruz.

 

“Kent uzlaşısı” dediğimiz makul ve sivil zemin için bile kentteki öznelerin birbirine dalaşmaması gerekiyor, oyunun temel kurallarında hiç değilse anlaşmaları bekleniyor. Kendi içinizde uzlaşamazsanız daha büyük uzlaşılarda nasıl buluşacaksınız?

 

Bu seçim Cumhuriyet tarihimizde gördüğümüz en büyük fiili sivil itaatsizlik girişimiyle bizi karşı karşıya bırakabilir ve çok geniş bir seçmen kitlesi sandığa gitmeyebilir.

 

Bu haftaki grup toplantısında İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, yine şiddet dilinden vazgeçemeyerek rakiplerinin “kulaklarını koparmaktan” bahsedebiliyordu, bir süre sonra da hüngür hüngür ağlamaya başladı Karacaoğlan’ı dinlerken, bu dalgalı ruh halleriyle işimiz zor!

 

12 Eylül rejimini değiştirmekten bahseden siyasi partilerimiz 12 Eylül rejimine tabi oldular. Onlar rejimi “benzeteceklerine” rejim onları kendine benzetti.

 

Başta kayyum uygulaması olmak üzere ikili hukuk sistemini haklı olarak eleştiren DEM de Doğu’da uyguladığı ön seçimi Batı’da uygulamayarak tersten bir iki ayrı siyasi hukuk yarattı.

 

İstanbul’da DEM seçmenine sorsalardı, ne sonuç çıkardı tahmin etmek zor değil. Demirtaş, muhtemelen parti yönetimiyle yurttaşın iradesi arasındaki bu açı farkının görülmesi ve bilinmesini istedi. Resmî açıklamaların “birlik ve beraberliğimizde bir sorun yok” retoriğine kimse dönüp bakmadı bile.

 

CHP kongresinde ortaya çıkan yeni yönetimin, erken doğum mu yaptığı, yoksa bir düşük mü yaptığını 31 Mart akşamı hep birlikte göreceğiz.

 

KONDA’nın araştırma sonucuna göre, en yüksek gelir gurubuna sahip seçmen kitlesi olan TİP, daha da el yükselterek, İYİ Parti eski milletvekili adayı Gökhan Zan’ı transfer ederek ilginç bir atılım gerçekleştirdi. Gerekirse “dostu Mustafa Sarıgül lehine feragat edebileceğini” de söyleyen Zan, herkesi yakalama siyasetinin anlamlı bir örneğini de vermiş oldu. Vatana, millete hayırlı olsun, ne diyelim!

 

Bu sefer de yine ön seçime tümüyle sırtını dönen partiler, büyük bir kaos ve keşmekeşe imza atmış oldular, adeta harakiri yaptılar. Ama haklarını yememek lazım, şaşırtıcı bir performansla iktidar alanlarını yurttaşa kaptırmamayı başardılar.

 

Zamanında “burjuva demokrasisi” diye küçümsedikleri asgari demokrasiye burjuvazi kadar bile yaklaşamayanlar, temsilî demokrasiden doğrudan demokrasiye geçmek ne kelime, temsilde adaletin bile hayli uzağında kaldılar.

 

Siyasette öngörülebilir olmak o kadar önemli ki; Trump gibi Putin’e sempati çiçekleri yollayan bir siyasi meczup karşısında, Putin bile daha rasyonel bulduğu için Biden’ı tercih edebiliyor.

 

Yeni Bir Kamusallık İnşa Etmek

 

Dünya nizamları da tıpkı bu uluslararası yapıyı besleyen devlet politikaları gibi yıkıp yok etmeyle, var olanı tahkim etme seçenekleriyle sınırlı değil neyse ki. Var olanı dönüştürme, küresel kamu menfaatini ve kolektif vicdanı esas alma, aşağıdan yukarıya, yurttaş merkezli yeni bir kamusallık inşa etme gibi seçenekler de mevcut gözüküyor.

 

Yerel yönetimler, Cumhuriyet’in kendini tamamlayarak eşit yurttaşlar cumhuriyetinin gerçekleşmesinin ilk durağı. Adalet, herkesin hakkını vermekse, hak dağıtıcılığı inisiyatifini kendine tapulu kılmaktan bir adım öteye gidilemediği için yurttaşlık dersinden partilerimiz ikmale kalıyorlar.

 

Demokrasi, özgürlüklerden vazgeçerek kendini koruyabilir mi?

 

Muhalefetin var olan 12 Eylül rejiminin anayasasını bile savunmak hattına itilmesi aslında büyük bir acizlik hâli. Mevcut toplumsal düzenin korunup kollanması çizgisine itelenmek, siyaseten çok muhafazakâr bir konumlanışa sokuyor siyaset tayfasını.

 

“12 Eylül dönemi bile daha iyiydi” yaklaşımı tam bir 12 Eylül zaferi aslında. Hiçbir şey 12 Eylül’ den daha kötü olamaz. Ne çabuk unutulabiliyor yaşananlar da böyle münasebetsiz karşılaştırmalar yapılabiliyor? Tabii bir dönemi kapalı/açık faşizm gibi tuhaf aç/kapa analizleriyle izah etmeye kalktığınızda, “değişen bir şey yok” oluyor. “Kapalıydı, açık hâle geldi” deyip, üstünüzden silindir gibi geçen ceberut yapıyı okuyamayınca, artık ötesinde de dikiş tutturmak zor oluyor. 1960’lı yılları bile “Filipin demokrasisi” diyerek darbe yollarını ören yaklaşımlar, hâlâ “Nerede hata yaptık?” diye 50 yıldır işin içinden çıkamıyorlar.

 

“Her iki yapıda da kapitalizm yok mu?” ekonomi indirgemeciliği, Weimar Cumhuriyeti’yle Hitler faşizmini de ayırt edemiyor ve hâliyle, “Her ikisinde de kapitalizm yok mu” diyerek bir süreci aynılaştırmayı siyasi analiz yapmak sanıyorlar.

 

Halbuki başka bir siyasetin mümkün olduğu yaklaşımıyla, beter ile daha beter arasında sıkışıp kalmadan, ortak bir gelecek tasarımını bizim gibi olmayanlarla birlikte inşa edebilir, hâlihazırda var olan sosyolojik dokunun ihtiyacı olan çoğulcu bir politikanın mimarları olabiliriz.

 

Bu dünyada tekil mutluluklar başkalarının mutsuzluğuna yol açabiliyorsa mutluluğu çoğulculaştırmak, kapsayıcı kılmak, varoluş nedenlerimizden biri olabilir pekâlâ. Mutluluk paylaşılırsa gerçek mutluluk olur.

 

Bırakınız birileri mutluluğu takrir-i sükûn dönemlerinde, Recep Peker çizgisinde, Evren laisizminde; başkaları da rengi farklı, ama benzer istibdatçı formlarda arasın. Çıkar çatışmalarının çözümü bir diğerini ezmekten değil, karşılıklı feragatle makul olanda buluşmaktan geçsin. Maksimalist politikalarda anlaşamıyorsak, minimalist zeminlerde ortaklaşmayı sağlayarak bir sonraki adımları birlikte örme yoluna gidebilelim.

 

Ekonomik güvenceyle bireysel özgürlüklerden birini tercih etme zorunluluğuyla bizi karşı karşıya bırakanlar, imtiyazlarından feragat etmek istemedikleri için bunu yapıyorlar.

 

Hâlbuki bu iki alanı buluşturmak, farklı değerler bütününü hiyerarşiye tabi kılmadan, Anadolu kilimleri gibi yan yana yaşatmak pekâlâ mümkün olabilir. Yeter ki artık araziye uymak yerine bu araziyi değiştirmek iradesini gösterelim.

 

Dünyada demokrasiler, kapitalizmi denetleme konusunda iyi sınav veremiyorlar. En son Erzincan-İliç maden faciası ortada. 2007 yılında, Meclis’e girer girmez araştırma önergesi vermiştik, ama birçok konu gibi bu da geçiştirilmişti. Meclis’te en çok kürsü alan parti genel başkanı ilan edilmiştim, ama olan biteni değiştiremediğimize göre yeterli olabildiğimiz söylenebilir mi? Siyaset sorun çözmek yerine kendisi sorunlara çözüm üretmede sorun hâline geliyorsa bu kabullenebilir ve üstüne yatılır bir durum değil. Buna rağmen siyasete yönelik adaylık konusunda bu yoğun ilgi ve bireysel kapışmaların farklı dinamikleri olmalı. Siyasi konformizmin bu rahat dünyasından hep benzer siyasi figürler ortaya çıkıyor.

 

Hani diyorlar ya bu seçim sadece İstanbul seçimi değil, çok doğru. Bildik olanlar arasında kısa paslaşmalarla, bilinmedik dünyalara yelken açma seçimi bu. Seçmen bu seçimde hem adayını belirleyecek hem siyasetin gelecekte nasıl şekillendirilmesini istediğini.

 

Siyaset-Ahlak İlişkisi

 

Son günlerde adaylar konusunda yaşanan polemiğin arkasında siyaset/ahlak ilişkisi yatıyor. Siyaset mi ahlaka, ahlak mı siyasete tabidir? İkincisini tercih edip ahlakı araçsallaştırdığınızda, artık olan biteni doğal karşılamaya başlıyorsunuz. Siyaseti esas aldığınızda, delege manipülasyonlarının, genel merkez keyfiliklerinin üzerinde durmuyorsunuz artık. Ahlakın siyasete tabi olduğu bir dünya hedefinde, burnunuzun dibindeki rezillikleri, akçalı işleri, sırf siyasi hedefleriniz yüzünden görmemeye, onlara mazeret bulmaya; amaç için her aracı onaylamaya başladığınızda, siz de diğer eleştirdiklerinize benzemeye başlıyorsunuz. Dünyayı değiştirme ihtimaliniz, kendiniz değişmediği için, kalmıyor artık.

 

Gerçek değişim, ahlakın siyasete tabi olduğu bir dünyadan, siyasetin ahlaka tabi olduğu dünyaya geçişte saklıdır. Bunun gerçekleşmediğini görmek, hatta buna direnildiğine tanık olmak, toplumu karamsarlaştırıyor, umutsuzluğa sevk ediyor maalesef.

 

Bu durumda son seçenek olarak, sandığa giderken yanınıza kaleminizi almayı unutmayın ve seçmen listelerinin üstüne istediğinizin, gönlünüzden geçen ismin adını yazın. Kıyamete beş kala, atın bir çarpı hepsine. 

 

Madem onlar bize sormadılar, biz de onları hep birlikte sorgulayalım.