İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan helikopterin dağlık ve ormanlık bir arazide düşmesi ve yanında Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ve diğer yetkililerle birlikte hayatını kaybetmesi üzerine çok sayıda iddia, manipülatif bilgi ve spekülasyon ortalığı kaplamış durumda. Kendi çerçevemden, hadisenin arka planı, İran iç siyasetine ve bölgesel gelişmelere olası yansımalarına dair öngörülerimi okuyucunun dikkatine sunuyorum:
1. Öncelikle bu yaşanan hadiseye dair üç iddia veya senaryo ön plana çıkıyor, bunlara tek tek yakından bakacak olursak;
a) Gazze’deki saldırı nedeniyle sertleşen ilişkiler ve karşılıklı saldırılardan dolayı, Reisi Azerbaycan lideriyle görüşmeden dönerken İsrail’in böyle bir saldırıyı gerçekleştirme ihtimali. Sosyal medyada yayılan bu iddiayı gerçekçi bulmuyorum, zira İsrail’in ABD’ye rağmen böylesi bir saldırı yapma ihtimali düşük görünüyor, üstelik cumhurbaşkanına suikast gibi ciddi bir savaş sebebi sayılacak sabotaj ihtimali gerçekçi değil. Bu senaryoyu hepten reddetmemekle birlikte, çok düşük ihtimal veriyorum.
b) Ayetullah Reisi, aşağıda detaylarına değineceğim üzere, İran dinî ve politik sisteminde önemli bir isimdi, uzun bir süredir yargı bürokrasisi ve politik-ekonomik kurumlar içerisinde tecrübe kazanarak Hamaney sonrasında Rehberlik (Dinî Liderlik) makamına geçmesi planlanmaktaydı. Dolayısıyla bu denli politik yatırım yapılan bir ismin İran sistemi içindeki “rakipleri” tarafından saf dışı edilme senaryosunu da gerçekçi bulmuyorum.
c) Bölgenin dağlık ve engebeli oluşu, ormanlık alan ve rakımdan kaynaklanan sis nedeniyle görüş mesafesinin azalması, bunun da bir kazaya yol açma ihtimali, bu senaryolar içinde en gerçekçi görünen tablo olarak ortaya çıkıyor. Kaza yapan helikopterin ABD yapımı eski bir araç olması ve ABD yaptırımlarından dolayı yedek parçalarının temin edilemediğine dair iddialar göz önüne alındığında, olası bir teknik arızanın bölgedeki kötü hava şartlarıyla birleşerek bu kazaya yol açmış olması daha olası görünüyor.
Yukarıdaki ilk iki senaryoda illiyet bağının kurulamıyor olması ve “bir olayı, en çok kime yarıyorsa o yapmıştır” sloganından öteye gitmeyen amatör komplo teorisyenliğinin dışında somut bir delil bulunmaması bu ihtimali daha da güçlendiriyor. Ancak bu ihtimalde de uzaktan devreye sokulabilen bir dijital karıştırıcı vasıtasıyla, zaten sorunlu olan bir hava aracının düşüşünün kolaylaştırılması seçeneğini de -Ortadoğu’nun mevcut kaotik şartlarında- tamamen dışlamıyorum.
2. İran’da bundan sonraki iç siyasi süreç nasıl işleyecek? İran Anayasası’nın Cumhurbaşkanlığı makamının görev ve yetkileriyle görevden ayrılma şartlarını düzenleyen bölümünde, 131’inci madde hem müteveffa cumhurbaşkanına kimin vekâlet edeceğini hem de halefinin nasıl belirleneceğini açıkça belirtiyor:
“Cumhurbaşkanının vefatı, azledilmesi, istifası, iki aydan fazla süren yokluğu veya hastalığı durumunda veya cumhurbaşkanlığı görev süresinin bitmesine karşın yeni cumhurbaşkanının bazı engeller yüzünden seçilememesi durumunda veya buna benzer diğer durumlarda; cumhurbaşkanı birinci yardımcısı Rehber’in onayıyla cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluklarını üstlenir. Meclis başkanı, yargı erki başkanı ve cumhurbaşkanı birinci yardımcısından oluşan bir konsey, en geç 50 gün içinde yeni cumhurbaşkanının seçilmesi için gereken hazırlıkları yapar.”
Dolayısıyla, İbrahim Reisi’nin ölümü üzerine birinci yardımcısı konumunda bulunan Muhammed Muhbir Dezfûlî, Devrim Rehberi Ali Hamaney’in onayıyla cumhurbaşkanlığı yetkilerini ivedilikle üstlendi; hatta ölüm haberinin resmen açıklanmasını müteakip yabancı mevkidaşlarıyla bu sıfatla resmi görüşmeler yapmaya da başladı.
3. Anayasa’nın 131’inci maddesinde öngörülen 50 günlük süre içinde yeni cumhurbaşkanını belirlemek için halk yeniden sandık başına gidecek. Ancak burada önemli bir konuyu vurgulamakta fayda görüyorum. İran’da toplumdaki umutsuzluk ve bazı büyük kitlelerin temsil edilmesinin önünün kendi adaylarının veto edilerek kesilmesi nedeniyle sandığa gitmekte ciddi bir tereddüt ortaya çıkmaya başladı.
Örneğin 2009’da Mahmud Ahmedinejad’ın seçildiği tartışmalı seçimlere katılım oranı yüzde 85’ti; Hasan Ruhani’nin seçildiği 2013 ve 2017 seçimlerinde bu oran yüzde 72-73 seviyesinde gerçekleşti. Hâlbuki muhalif (bu ifadeyle sistem içindeki reformcu ve ılımlı muhafazakârları kastediyorum, rejim muhaliflerinin herhangi bir politik temsil hakkı bulunmuyor) adayların veto edildiği ve Reisi’nin seçildiği 2021 seçimlerine katılım ise yüzde 48’de kaldı. Dolayısıyla Humeyni’nin ve halefi Hamaney’in büyük önem verdiği “devrimin halk tarafından sandıkta sahiplenilmesi” hedefinin ciddi bir yara alması anlamına geliyor bu katılım oranları.
Bu noktada müesses nizamın önünde mühim bir kırılma noktası var: Önceki seçimlerde evvelce cumhurbaşkanlığı yapmış Muhammed Hatemi, Haşimi Rafsancani, Mahmud Ahmedinejad, Hasan Ruhani gibi isimlerin veto edilmesi sonucu halkın “sandıkta bir şeyleri değiştirebilme” umudu ve devrim ideallerine sahip çıkma dinamizmi canlı mı tutulacak, yoksa “maslahat-ı nizam” denilerek halkın umudu değil sistemin “güvenilir ellerde” devamı mı tercih edilecek? Kişisel olarak, son seçimdeki katılım oranlarının düşüklüğünü ve bunun devrim aleyhine kullanılabilme ihtimalini gören müesses nizamın, Anayasayı Koruyucular Konseyi (Şurâ-yı Nigehbân) aracılığıyla yapacağı aday konfigürasyonu üzerinden, bu ikisi arasında bir orta yolu tercih edeceğini düşünüyorum. Ancak son tahlilde, devrimin “güvenilir ellerde” devamının her şeyden daha hayati görüldüğünü de vurgulamak gerekiyor.
4. Bir diğer husus da, İbrahim Reisi’nin İran’daki dinî-politik sistem açısından ifade ettiği kritik rolün, cumhurbaşkanlığından ziyade Ayetullah Hamaney sonrasında Rehberlik makamı bağlamında arz ettiği ehemmiyet. Humeyni ve Hamaney gibi siyah sarıklı bir seyyid olan Reisi, Ayetullah Hamaney’den sonra Rehberlik için en önemli aday konumundaydı. 1981-89 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan, Haziran 1989’da Ayetullah Humeyni’nin ölümü üzerine Rehberlik makamına oturan Ali Hamaney gibi, Ayetullah Reisi’nin de bir veya iki dönem cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra edineceği siyasi, diplomatik ve idari tecrübeyle Rehberlik mevkiine geçmesine kesin gözüyle bakılmaktaydı. Dolayısıyla bu denli politik yatırım yapılan bir ismin kaybından sonra Rehberlik makamı için daha fazla arayışa girileceği aşikâr. Ancak İran gibi, sistemin kişilerin önünde olduğu yapılarda, cumhurbaşkanlığı için de dinî liderlik için de yeni bir ismin bulunması ve geçiş döneminin atlatılması çok zor olmayacaktır.
5. Kazaya ve Reisi’ye dair değerlendirmelerde pek değinilmeyen bir husus da, helikopterde hayatını kaybeden isimlerden Dışişleri Bakanı Emir-Abdullahiyan’ın İran dış politikası açısından önemi. İran kamuoyunda Devrim Muhafızları’na oldukça yakın bir isim olarak bilinen eski Bahreyn Büyükelçisi Abdullahiyan, Ahmedinejad ve Hasan Ruhani dönemlerinde Arap ve Afrika İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcılığı yapmış, üç yıl yardımcılığını yaptığı eski Dışişleri Bakanı Cevad Zarif sonrası Ağustos 2021’de Reisi tarafından Dışişleri Bakanlığı görevine atanmıştı. Abdullahiyan, bu görevleri sırasında İran dış politikasında Devrim Muhafızları’nın etkinliğinin artmasında kayda değer bir rol oynamıştı.
6. Reisi ve Emir-Abdullahiyan’ın ölümü sonrası, İran dış politikasında esaslı bir değişiklik olması beklenmemeli. İç siyasette Rehber Hamaney’in işaret ettiği bir adayın cumhurbaşkanlığına seçilmesinin zor olmadığını göz önünde bulundurunca, Rehber ve çevresindeki şuralar tarafından belirlenen iç ve dış politik ajandanın yeni dönemde de titizlikle takip edileceğini söylemek mümkün. Zira her ikisi de “sistem oyuncusu” olan bu iki ismin yokluğunda, yerlerini dolduracak “hatt-ı İmam” çizgisinde yeni teknokratların bulunmasında ve rejimin 45 yıldır izlediği “pragmatizm soslu realpolitik devrimcilik” gündeminin takibinde güçlük çekilmeyecektir.