Anımsayacaksınız 2012’de Arda Turan o zamanki takımı Atletico Madrid’le birlikte huzuruna kabul edildiği Papa’nın (o da o zaman XVI. Benoît idi) diğer oyuncular gibi ona da hediye ettiği tesbihi, hemen kapının önünde bir takım arkadaşına verdiğini sıcağı sıcağına necip medyamıza duyurmayı zorunlu bulmuştu. Herhalde Papa’nın elinden bir anı olarak imamesinde -affedersiniz- ıstavroz bulunan bir tesbih kabul etmenin abdestini bozacağını düşünmüş olacaktı ünlü topçumuz.
Lyon Başkonsolosu Cemil Çağdaş Yıldırım’ın, kentin başpiskoposunu ziyaretinin ardından resmi hesaptan paylaşıp sonra kaldırdığı foto da Arda Turan’ın tutumunu anımsatıyor. Mahut fotoda başkonsolos objektife tos vuracakmış gibi abus bir çehreyle bakıyor. Evsahibini iki adım geride bırakmış, buruşuk takım elbisesinin ceketinin önü özensizce açık. En çarpıcı ayrıntı, sol elinin şehadet (“işaret” derdik ama herhalde bu da “şeker bayramı” gibi bir sorunsal?) parmağı havada. Herhalde “Zinhar keferenin karşısında hak dininden çıkmadım, tövbe!” demek istiyor. Sanki bir an sonrasında “salavat getir iblis!” diye nara atarak adamcağızın gırtlağına çökecek.
Aşamadığı bir ezikliği, hışırlığı istemdışı veya bile isteye dışa vuran bu somun pehlivanına, “ne amaçla diplomat olmak istedin ve oldun, şimdi ne olmuş oldun, neye dönüştün?” diye sorulabilir. Veya yirmi küsur yıldır aşina olduğumuz patolojiyi bu denli anlaşılır kılan pozu için belki teşekkür edilebilir. Vasatın tasallutu, kültürel hınç, aşılamayan aşağılık duygusu, taşrasallık bundan iyi sahneye konulamazdı. Ancak öylesine koyu karanlık bir islâmcılık, ihvancılık, düpedüz ceberrutluk batağında debeleniyoruz ki, pervasız başkonsolosun adeta gözümüze soktuğu işaret parmağı bile belki görece zarif bir ayrıntı olarak görülebilir.
Yumuşama mı, normalleşme mi dediniz? Al sana yumuşamanın da, normalleşmenin de, şark kurnazlığının da, doğu despotluğunun da, siyaset esnaflığının da ağababası. Al sana Kavala ve Gezi davası, al sana Demirtaş ve Kobane davası, hemen peşine al sana Diyarbakır başta diğer bazı “bölge” illerine valiliklerden “giriş yasağı” (!), al sana Taksim’de 1 Mayıs kutlaması, al sana “etki ajanlığı” yasası, al sana ülkenin her köşesinde toprağın altını üstünü yağma iştahı, al sana kargaları güldüren “tasarruf tedbirleri”, al sana Sinan Ateş ve Ayhan Bora Kaplan vakaları, al sana “maarif” reformu. Çok mu mızmızlandın? Al sana 28 Şubat generallerine sultanca bahşedilen af: Paşalarını da al git.
Söylenen bu. Söylenen buysa, duyulan nasıl farklı olsun? Cehennemin yolunu iyi niyet taşlarıyla döşemek için mi? Şu temel meseleler hiyerarşisi içinde emekliler, öğretmenler, asgari ücrete zam vb. konular kaçıncı sıraya yazılabilir? Yönetim açıkça “Anayasa yok, yasalar yok, yargıç ve savcıları ben atıyorum; sen bana hiçbir şey yapamazsın, ben sana istediğimi yaparım hatta aç da bırakırım” diyor. Bunu 22 senedir söylüyor. Bu baskıya verilecek en etkili siyasal yanıt seçeneği “biz de burada durup, örnek belediyecilik yaparak sizi rahatsız etmeye devam edecek, erken seçim de istemeden dört yıl sonraki sandığı bekleyeceğiz” mi olmalı?
Erdoğan, AKP, MHP, islâmcılar, ihvancılar, yani tam takım “idare” bize yani yurttaşa “benim normalim bu, normalleşeceksek sen normlarından vazgeçecek, bu normale kendini uyduracaksın” diyor. Yahut “bende norm morm pot yapar aslanım, o gün ağzımdan ne çıkarsa o, o ara işime ne gelirse benim normum bu, sen de normalini buna göre, beni kollayarak sürekli yeniden belirleyeceksin” diyor. “Yerim dar oynayamıyorum demeden kanıksa artık durumu, nasılsa çizgilerini benim çizdiğim alandan çıkışın yok, olmayacak da” diyor işte basbayağı. Yarınlar hiç olmayacakmışçasına, olağanüstü bir ceberrutlukla, şımarıklıkla ve görgüsüzlükle davranmalarının nedeni bu. “Fazla alçakgönüllü olma, gerçek sanılır” denen ülkenin çocukları değil miyiz hepimiz?
Açıkçası pembe boyaya batırılmış pamuk şeker kıvamında ve görünümünde sözleri peş peşe dizmekle olacağını sanmıyorum. Usturuplu çözümlemelere girişmekle de olacağını hiç sanmıyorum. Karşıdakinin tek anladığı dil güç: O, halı altımdan kayıyor mu, mal elden gidiyor mu, yalnızca ona bakıyor. Sen adama diyorsun ki “evimiz ortak, gel el ele verip burayı birlikte yaşanılır kılalım.” Bırakalım “nasıl daha yaşanılır kılmak” üzerine uzlaşıya varmaya yönelik bir görüş alışverişine girmeyi, bırakalım “yaşanılır” derken ne anlaşılması gerekeceği üzerine bir uzlaşıya varabilmenin dahi olası olup olmadığını, onun sana bugüne dek verdiği biricik yanıtsa “ev benim, sen hayırdır?” Yine beyhude çabaladım ama bilmem bu defa zikredebildim mi?