Filistin’deki İşgal: Sol/Sağ İdeolojik Argümanlara Muhtaç mıyız?

Türkiye’de son dönemde gözlemlediğimiz tuhaf bir olgu var. Herhangi bir konuda, örneğin tarihsel veya uluslararası siyaset boyutu olan bir meselede, hemen herkes kendi mahallesine ve ideolojik meşrebine göre bir tutum takınmak zorunda hissediyor. Bunu bir ölçüde aşabilmeyi başarabilenler ise başka bir kapana kısılmış hissediyor; kendi kişisel insani duruşunu ve vicdani hassasiyetini yine içinden çıkmış olduğu mahallesinden devşirdiği ideolojik argümanlarla temellendirip meşrulaştırma gayreti ve arayışı içerisinde. Özetle illaki bir ideolojik destekle veya kimlik temelli bakışla duruşumuzu temellendirmek zorunda hissediyoruz.

Bunun aslında üç temel sebebi var:

1.             Bizde her şeye rağmen ideolojiler halen çok güçlü, kimlik söylemleri ve ideolojilerin bireyler üzerindeki tesiri -artan bireyselleşmeye rağmen- halen kuvvetli.

2.             İdeolojiler karşısında bireylerin zayıflığı ve bireysel akıl yürütme, muhakeme ve vicdani melekeleri yeterince geliştirememiş olmak; bireysel çıkışların eleştirilerle yara alması karşısında kolektif bir savunmaya ihtiyaç duymak ve mahallelere/kimliklere sığınma ihtiyacı.

3.             Kimlik meselelerinden bağımsızlaştırılmış, toplumlar ve mahalleler üstü bir insan hak ve özgürlükleri nosyonunu geliştirip benimseyememiş olmak.

Dolayısıyla, örneğin Rusya-Ukrayna arasındaki savaşta veya Suriye İç Savaşı’nda ya da Irak’ın ABD öncülüğündeki koalisyon tarafından işgali gibi uluslararası krizlerde bağımsız ve ilkesel duruş geliştirmekte zorlanıyoruz. Bunun sıradan halk kitleleri için normal bir durum olduğu belki kabul edilebilir. Ancak gazeteci, yazar, akademisyen, bölge uzmanı, siyasetçi vb. unvanlara sahip kişilerin dahi bu tür büyük krizlerde pozisyon belirleyebilmek için kendi vicdani ilkelerine ve muhakemelerine güvenememeleri, kendi mahallelerinin kanaat önderi pozisyonundaki kişilerin vereceği işaretleri beklemeleri, dikkatli gözlemcileri hayretler içinde bırakacak kadar acıklıdır.

Bu durumu bilhassa 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısı sonrasında İsrail’in giriştiği ağır cezalandırma eylemleri ve -şimdilik- 30 bini aşan Filistinlinin hayatını kaybettiği Gazze işgali sürecinde daha yakından gözlemleme imkânı buluyoruz. Bireysel bir ahlaki duruş geliştirememe ve bu insanlık faciasına karşı tepki vermek için illaki kendi mahallesinin/partisinin kanaat önderlerinden sinyal bekleme, kendi zayıf sözlerini ideolojik argümanlarla süsleme ve bundan destek arama ihtiyacı…

Deniz Gezmiş ve 68 Kuşağı Olmasaydı Türk Solu İsrail’e Tepki Gösteremeyecek mi?

Bu tuhaf durumun somut bir örneği, bilhassa sosyal medyada son aylarda sıkça karşılaştığımız bir söylem: Sol/sosyalist gelenekten gelen insanların, Deniz Gezmiş ve 68 Kuşağı’ndan bazı isimlerin yarım asır önceki sözleri ve eylemleriyle bugünkü duruşlarını savunma çabası.

Örneğin bir muhalefet partisi liderinin geçtiğimiz günlerdeki şu açıklaması, bahse konu yanlış konumlanmanın açık bir örneğini sunuyor: “Bizim yüreğimiz yanıyor. Burada Filistin atkısı var. Deniz Gezmiş’in davası aynı zamanda Filistin davasıdır. Deniz Gezmiş Filistin’de El Fetih Kamplarında İsrail zulmü ve işgaline karşı direnmiştir… Filistin ile dayanışan sözlerimiz, bizim mücadelemiz, Yaser Arafat ile Bülent Ecevit’in mücadelesidir. Bizim mücadelemiz Deniz Gezmiş’in mücadelesidir.”

Bu konuşmanın Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin 52’nci yılı dolayısıyla 6 Mayıs 2024’te Karşıyaka Mezarlığı’nda düzenlenen anma töreninde yapılmış olması bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak bu argümanın kullanılması sadece bu özel güne has değil. Sosyal medyada yapılacak kısa bir araştırma, bu argümana sol/sosyalist gelenekten gelen yüzlerce kullanıcı, haber sitesi, yazar, gazeteci, platform vd. tarafından farklı zamanlarda sıklıkla başvurulduğunu ortaya koyuyor.

Şüphesiz Soğuk Savaş’ın şiddetli döneminde, 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasındaki sert konjonktürde ve Türkiye’de sol/sosyalist hareketin aleyhinde seyreden iç politik koşullarda, Deniz Gezmiş ve 1968 Kuşağı’na mensup arkadaşları iki grup halinde Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) saflarındaki savaşçılara katılmak için Filistin’e kaçak yollardan gitmişti. Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu dönemde FDHKC kamplarında silahlı eğitim alarak Filistin direnişine destek verip Türkiye’ye dönmüş ve silahlı örgütlenme çalışmalarına yurt içinde devam etmişti.¹

Dolayısıyla bu tarihsel atıf yanlış değil, ama şu soru da sorulmak durumunda: Bir politik gelenek Filistin davasındaki bütün meşruiyetini ve ahlaki duruşunun temellendirmesini bu kısa ve konjonktürel atfa mı indirgeyecek?

Selahaddin Olmasa, Kudüs Dört Asır Osmanlı Egemenliğinde Kalmış Olmasa Ne Olacaktı?

Ahlaki duruş ve insani tepkiyi gösterirken tarihe yapılan sorunlu ve zayıf atıflar elbette sadece sol/sosyalist gelenekle sınırlı değil. Bazı sağ/dindar çevrelerde de buna benzer başka meşruiyet atıfları var. Bunların başında da Kudüs’ü Haçlılardan kurtaran büyük komutan Selahaddin Eyyubî’ye yapılan aşırı atıflarla, Kudüs ve Filistin bölgesinin 1516-17 Mercidâbık ve Ridâniye Savaşları’ndan itibaren I. Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı egemenliğinde kalmış olması geliyor. Bilhassa Selahaddin’e yapılan atıflar çoğunlukla hâlihazırdaki Müslüman toplumların başındaki yöneticilerden duyulan memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığı karşısında tarihteki bir büyük lidere sığınma ihtiyacından kaynaklanıyor. 

Bu, geniş halk kitleleri açısından şüphesiz anlaşılabilir bir durum, ancak politik elitlerin bu iki tarihsel döneme sürekli vurgusu biraz da tarihi, kitlelerin afyonu olarak kullanma çabasını yansıtıyor: Mevcut çaresizlik ve güçsüzlük karşısında tarihsel bir atfa ihtiyaç duyma ve onunla kitlelere umut verme çabası. Keza Osmanlı’ya dair artık geçmişte kalmış ham hayallerle, toplumların dikkatini mevcut zafiyetlerden ve âtıl durumdan uzaklaştırma gayreti.  

***

Bu iki farklı mahalleden ama birbirine benzer atıflarla düşünen kesimlere sormak gerekiyor: Velev ki Deniz Gezmiş ve arkadaşları Filistin’e hiç gitmemiş ve oradaki kamplarda birkaç ay kalmamış olsa, bugün gözünüzün önündeki katliamı ve bir milletin vatanının elinden alınmasını yine telin etmeyecek miydiniz? Bunu tefrik edecek kadar bağımsız bir vicdan ve muhakeme geliştiremediniz mi? Velev ki Selahaddin diye bir kumandan hiç yaşamamış ve Kudüs dört asır boyunca Osmanlı hâkimiyeti altında bulunmamış olsa, bugün Gazze’de yaşanan insanlık dramına karşı çıkmayacak mıydınız? Gözünüzün önündeki katliam, adaletsizlik ve soykırıma varan eylemler, Filistin halkının direnişine destek vermek için sizi yeterince motive etmeye yetmiyor mu? İllaki her bir güncel durumu tarihsel bir atıfla mı meşrulaştıracaksınız? İnsan hak ve özgürlüklerini savunmak için tarihten bir atıf bulamadığınız zaman ne yapacaksınız, bu özgürlükleri savunmaktan vaz mı geçeceksiniz?

__

¹Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bu dönemde Ortadoğu’daki faaliyetleri ve Filistin kamplarındaki görüşmelerine/eylemlerine dair detaylı bilgi için bkz.: Turhan Feyizoğlu, Denizler ve Filistin, (İstanbul: Alfa Kitap, 2011).