Siyasi olarak fazla hareketli bir haftayı daha bitiriyoruz. 1 Mayıs ve Erdoğan-Özel görüşmesi, önüyle arkasıyla yedi günlük süreden çok daha fazlasını dolduracak kadar mevzu üretti, tartışıldı, anlaşılan daha da konuşulacak. Önce, neredeyse her sene bir sembol fotoğraf yaratan ve öyle hatırlanan 1 Mayıs’ı biraz konuşalım. Bu sene, günün ve senelerdir devam eden mücadelenin en güçlü ve sembol resimlerinden birini, meslektaşımız Umut Taştan (KRT) belgeledi. Eline, gözüne, emeğine sağlık. Asırlar öncesinde insanlara su ulaştırmak için yapılmış, iki imparatorluk, yüzlerce iktidar, kibri kuvvetli pek çok muktedir eskitmiş Bozdoğan Kemeri, işçilerin Taksime ulaşmasını engelleyecek bir polis barikatına dönüştürülmüştü. Bu fotoğraf, senelerdir her türlü hak ve özgürlüğün önüne kurulan hukuksuz barajların bir yenisi ve çok sembolik özetiydi aslında. Bu net resimden üretilen ve sanki yaratıcı bir buluşmuş gibi paylaşılan garip çağrışımlar ise kronik altyapı zaafı kadar, senelerdir üzerinde özenle çalışılan zihni hasarı da gösteriyordu. Bu çarpıcı Türkiye fotoğrafı, o barikatı kuranlar kadar, onun ardında kalanlar açısından da bir sürekliliği tekrar gösterdi.
1 Mayıs’ı, devletin (iktidarın) ne yaptığı ve hangi yasal ve siyasi suçu işlediği üzerinden tartışmayı bırakıp, Bozdoğan Kemeri’nin önünde kalanlar ve olanlar üzerinden konuşma çabalarına tanık olduk. CHP ve DİSK, sorunlu tutumlarıyla bu tartışmayı kendi üzerlerine fazlasıyla çektiler. “Sorumluluk kolay değil” açıklaması, sadece vazgeçme ve bırakma bahanesi olarak kullanılınca buna şaşırmamak gerek. “Taksim’e gidiyoruz” çağrısını takiben sergilenen tuhaf tutumun, “yakışan davranış” olduğunu söylemek mümkün değil. Basiretsizliği gerekçelendirmek için, “Bozdoğan barikatını” kuranlar yerine zorlayanları tartışmaya açmak, aklı selim veya sağduyu ile alakası olmayan, samimi veya seçilmiş cahillikle beslenen açık bir politik pozisyon. Bu dalgaya hevesle katılan ve aşırı angaje oldukları kariyer yolculukları için, Taksim inadını “lüzumsuz” (zararlı) bulan muhalefet medyasının fütursuzluk seviyesini de görmüş olduk. Seçmenlerden ve medyadan beklenen “stratejik davranma gereğinin”, her hatayı görünmez kılacak süper pelerin gibi kullanılmasına ve söz söyleme mecburiyetini düşünme kısıtlarına kadar ilerleten dayatmalara kulak asmamak gerek.
Ne bekleniyordu anlamak güç. “İklim değişiyor” fikrini çok abartıp, ertesi gün yapılacak görüşme için bir jest yapılacağı mı düşünüldü? Hem “siyaseti sokağa indirmek” iddiasından geri durmayıp, hem de iddiayı esnaf (işçi) ziyareti sınırında tutmanın – ya da seçimden sonra hallederiz tekrarının- yeterli “liderlik” olacağı mı hesaplandı? Tertip komitesi, siyasetçi ziyaretlerini ve karşılıklı tebrikleri, “amacın hasıl olması” diye mi değerlendirdi? “Merkez parti olma sorumluluğu almış kitle partisinin”, yapması gerekenleri kim belirleyecek veya kimin yolu rotayı belirlenecek? Mesela, Özgün Özel’in elindeki dövizden okuduğu AYM kararı, merkez partisi için kaç dakika sürecek bir ısrarı makul gösteriyor? “Ne yani barikata mı saldırsaydık?” diye gerekçe açıklarken veya böyle bir çağrıyı yaparken, aklınıza hiçbir alternatif itiraz ve ısrar yöntemi gelmiyor mu? Saraçhane’de dağılma kararı henüz açıklanmadan -ve biraz da bunu hızlandırmak için- gürültülü biçimde “çapulcular” veya “şımarık sol romantizm” yayınına geçenlerin, “yanına bırakmayan” ve “gereğini yapan” iktidar aklıyla mesafesi nedir?
Sonuçta, iktidarın açık hukuksuzluğunun görünür kılınmasına bile hizmet etmeyen 1 Mayıs’ta kürsü boş kaldı. Ertesi gün yapılan kritik görüşmenin çarpıcı resmi de, boş bir sandalye oldu. Duygu siyaseti açısından sembol kullanma ayrıcalığı ve inat hakkının özel önemini bir kez daha gördük. Açık söylemek gerekirse, 31 Mart sonuçlarıyla moral üstünlüğü almakta avantaj yakalamış olan CHP’nin, hem Saraçhane’de hem de ikili görüşmede, bu “üstünlüğü” tescil ettirdiği söylenemez. Aksini iddia edip zemini sadece Erdoğan’ın verimli kullandığını söylemek de çok isabetli değil. “Kabul edilmeyi” zafer ve olması gerekeni “iklim değişikliği” saymak, bağlamı genişletince anlamlı olabilir elbette. Orta ve uzun vadede bu gelişmenin kime kazandıracağı da ayrıca tartışılabilir. Ancak mazruftan ziyade zarfın önemli olduğu durumları, “bu mu şimdi mesele” deyip geçmek de kolay değil. Çünkü, her iki tarafın kendi penceresinden fayda umduğu görüşme talebi de kabul gerekçesinde de, içerik ikinci plandaydı ve hala öyle. Siyasi semboller veya sembolik gönderme içeren hamleler, fıkra veya mesellerin izah gerektirmeyecek anlatım gücünü benziyor. İzahla anlatılmaya gerek bırakmayacak ilk intibalar ve akılda kalan resimler çok daha güçlü. Aksi ise neden komik olduğunu anlatmak zorunda kaldığınız fıkra veya mesajını açıklamak zorunda kalacağınız mesel kadar zayıf.
Her ailede örneği görülür: Epey sıkıntı yaratmış bir sorunun ardından, birden ortaya çıkan ve “keşke bana söyleseydiniz çözerdik” diyen ama herhangi bir şeyi çözdüğü de pek görülmemiş uzak hısımlar hep vardır. Bu hakikat defalarca tekrarlanmış olsa bile, böylesi müracaatlardan umudunu kesmemiş, böyle bir “yaptırım” kanalının veya “kısa yolun” varlığına inanmayı rahatlatıcı ya da yatıştırıcı bulan aile büyükleri de hiç eksik olmaz. Özgür Özel’in Erdoğan görüşmesinde dile getirdiği konu başlıklarıyla ilgili haberleri gördükçe nedense böyle tablolar gözümün önüne geldi. “Siyasi normalleşme” denilen şey, herhalde Erdoğan tavassutunun muhalefete de açılması olarak algılanmıyordur. Özgür Özel ve ekibi iyi çalışmış, mağdurları aktif ve kalabalık bazı güncel sorun başlıklarını çıkarmışlar. Ancak bu çabanın dolaylı siyasi getirisinden ziyade doğrudan somut ilerleme yaratacağını söyleyenleri dinledikçe, çok temel soruya cevap bulamıyorum. Erdoğan, bu sorunları şimdiye kadar muhalefetle görüşmemiş olduğu için mi bilmiyor veya çözmüyordu? Bu başlıklar müzakere konusuysa, karşılığında talep edilen neydi? Yok mesele, ana muhalefet liderinin bütün bunları şahsım iktidarının yüzüne söylemesiyse, neden görüşme içeriği kulis haberlerinden öğreniliyor? Görüşmenin vereceği “pozitif mesaj” ihtiyacı veya “kucaklayıcı imaj” konusunda ise daha önce bu temaslara direnen tarafın kim olduğunun bir sır olmadığını hatırlatmak gerek.
31 Mart sonrasında -aslında daha da önceden itibaren- “siyasi normalleşme” ve kutuplaşmanın kırılması konusu, Erdoğan’ı yumuşamaya itmek ile Erdoğan’a karşı yumuşamayı teşvik etmek sarkacında salınıp duruyor. Geçtiğimiz haftanın iki önemli başlığı da, bu meseleyle doğrudan ilgiliydi aslında. Siyasi iklim değişikliği, moral üstünlük ve “yeni” siyasi zemin tezleri, bu hafta ciddi testlerden geçti. Erdoğan’ın Cuma namazı çıkışında, Özel görüşmesini değerlendirirken “yumuşama ihtiyacından” bahsetmesi de bunu gösteriyor. Erdoğan, 31 Mart sonrasında kendisi için bir mecburiyet ve zayıflamasının zorunlu sonucu olarak gösterilen “yumuşama” meselesini, tek taraflı bir tercihten çıkartıp çift taraflı bir içeriğe taşımaya hatta kendisine fazla yüklenmemenin zemini yapmaya çalışıyor. Kutuplaştırmanın etkisinin kırılmasının kime yaradığı (yarayacağı) ve kime kaybettirdiği, seçim sonuçları itibariyle önemli cevaplar buldu. Fakat kutuplaştırmayı zayıflatan asıl dinamik ve kalıcılaştıracak rota konularındaki tartışma henüz açık. Herkes çubuğu, bildiği veya arzu ettiği tarafa bükmeye çalışıyor. Bu sürecin edilgen tarafında kalmayı kabul etmeyecek Erdoğan, “yumuşamayı” talep ederek rolünü dengelemeyi deniyor. Bu denemeden nasıl bir sonuç umduğunu ve nasıl bir ilham aldığını görmek için ise daha zaman var.